“… Yaşıyorsan bitmemiştir… Yaşadığımız her gün hak ettiğimizin bir fazlasıdır…Sonunda her şey yoluna girer; girmemişse sonlanmamış demektir…Qui patitur vincit (Kim ki direnir, o kazanır)…Allah isteyenleri sever; insanlarsa istemeyenleri…Sistemle kavga etmek yerine, mevcut sistemle en iyisini yapmaya çalışmak…Şu hayattaki en büyük acizlik, olduğundan farklı görünmeye çalışmaktır…İtibar, insanların mezar taşına kazıdıklarıdır; karakter ise meleklerin Allah huzurunda senin için söyledikleri…İtibar, zengin veya fakir yapar, karakter ise mutlu veya mutsuz..”
Merhaba
Çeşme’de biraz esintili (Seyir Tepeleri’nde daha bir fazla) güzel bir Ağustos günü; Ağustosun ilk Cumartesisi… Temmuz kimi zaman bayramın neşesi kimi zaman korkularımızla korkuttuğumuz (ya da korktuğumuz ateveli, tekneli, heyecanlı, bol balıklı) medcezirli günlerle dolu dolu geçti. Z Kuşağımızın ergen delikanlılarının (BECopcu) lise dönemi sınavlarının sonuçlarıyla babaları (ve dedeleri) gibi Atatürk Lise’li mi olsunlar, yoksa anneleri (ve teyzeleri) gibi Amerikan Kolejli mi olsunlar kararsızlığı ile geceler gündüzlere karıştı. Çok şükür ki, bunlar mutlu karar anları. Sonunda (ve şimdilik ilk adımlar olarak) her iki seçeneğe de birer Copcu yerleştirdik inşallah. Ve hep dediğim gibi “hiç bir emek boşa gitmiyor; emeksiz yemek olmuyor”. Bu da kırk yılda damıttığım fomülümdeki GAT (Give And Take/ Ver ki alasın) en canlı, en somut örneği. Hem Z kuşağımızın ergenleri ter dökerek hem de Y kuşağımızın ebeveynleri (Pakistan’da 55 derecede dökülen ter; Güney Kore-Dubai seyahatleri ile yeni alanlara açılma) GAT’a olan inançlarını en zor koşullarda bile eksiksiz canlı tuttular. Biz X Kuşağı yetmişe bir kalan Copcuları da kıvançla, gururla ve dualarla izledik; özümsedik, ruhumuzda hissettik bu başarıları. Binlerce şükür.
Peki yazımın başlığındaki “Pembe Topuklar” nereden çıktı ?
“BECopcu” ikilisinin Lise geçişleri olan ondördüncü yaşları (2014) benim için Soma’dan İzmir’e taşındığım taşralılığı atmakta zorlandığım yıllardı (1959). Sosyal açıdan hızla değişen çevrede yaşadığım uyum sıkıntılarını sadece sessiz kalmakla ve doğruyu bulmaya çalışmakla aşabilmiştim. Yaklaşık altmış yıl önceki yaşanmışlıklarımla bugün BECopcu’nun değişimi hissetmeleri (ya da farkına varmamaları) arasındaki farkı anlatabilmek için biraz daha geriye gitmeden önce azıcık daha açıklama gerekiyor gibi geldi bana. Soma’dan İzmir’e geliş benim için “Pembe Topuklar“a aşina (tanıdık, yakın) olmak demekti. Hoppala ! demeyin lütfen. BECopcu ikilisi için ister Amerikan Koleji ister İzmir Atatürk Lisesi olsun bu oluşum ciddi bir değişim demek değil (gibi geliyor bana). Onların orta eğitimleri TED ve Gelişim olunca, onların yaşadıkları ortam Mavişehir-İzmir; Çekirge-Bursa olunca onlar daha doğuştan “Pembe Topuklar”ı gördüler. Bizim için (Mustafa, Süleyman, Şerafettin ve diğerleri, örneğin Sağır Ahmet’in oğlu Mehmet gibi 1945 liler ya da eylem kazandıkları yıllara göre 1968 liler ) nalın giymekten çatlamış kirli topuklardan “Pembe Topuklar”ı görmek gerçek anlamda cinsel bir fanteziydi daha ergenliğin arifesinde. Aynı şekilde bugün “Bermuda” diyerek yadırganmayan diz altında kalan kısa pantolon da ergenliğimizin ilk adımlarında mutsuzluk nedenimizdi. Hele bir de büyük şehirden taşraya (Soma) gelmiş memur çocuklarında diz üstü kısa pantolonu, yeni iki tekerlekli bisikleti ve ağızlarda “len, ülen” yerine “aslanım” sözlerini duymak daha bir artırıyordu hıncımızı. Bugün BECopcu ikilisi bu özlemleri, bu kıskançlıkları hiç bilmeden ergenleşip (!) seçilmiş lise evresini yaşamaya hazırlar (mı gerçekten okul dışı hayatı öğrenmek adına !). Değişimi hissetmeden öğrenme yolculuğunda bir üst evreye erişirken ergenliğin doğal cinsel özlemlerine ne kadar yakınlar, ne kadar uzaklar biz büyük ebeveynler olarak ek bir yargıya varamıyoruz elektronik ortam bağımlılıklarını gördükçe… Bizim gözümüzden kaçan ne olabilir ? Elektronik ortam bağımlılığının dar alan paslaşmalarında ilişki geliştirme, birşeyleri zorlama, zor elde etmenin hazzını yaşama (smell of success) eksik gibi geliyor bize ! Yine Soma’ya döneyim. Ruhumuzda yer eden, erişemediğimiz, dile getiremediğimiz, el yapımı tel arabalarla oyalanıp kızlara yakınlaşmaya çalıştığımız dönemde yerel olanlardan farklı iki kız (jandarma komutanın kızı RA ve öğretmenimizin kardeşi ÇE) hepimizin gözdesi. İlk okul beşinci sınıftayım (1956). Birisi sınıftaki bir kıza, sanırım ÇE’e mektup yazmış. Öğretmen de yazısı benzeyenlerden üç kişiyi sınıfta tahtaya kaldırmış ve herkesin huzurunda kim yazdı diye sorguluyor. Bunlardan birisi de benim. Ben mi yazdım ? bilmiyorum ama olabilir, olmaz da değil. Diğer ikisi Süleyman Özkılınç ve Şerafettin Küçük. Şimdi her ikisi de rahmetli. Biz üçümüz çok yakın arkadaşız. Yaramazlıkta sanırım ben ikisini de geçerim; çalışkanlıkta da… Gerçekten de bu sabah kahvaltıda İrem’e söylediğim gibi çocukluğumda (Fakülte dahil ergenlikte de) hem çok yaramazdım hem de çok çalışkandım. Bu nedenle hoş görülüyordu (ya da bana öyle geliyordu). Mektubun yazan kişinin kim olduğu bulundu mu ? bilmiyorum. Suçlu ben çıkmamıştım; ancak üçümüz de sınıf huzurunda ellerimize vurulan cetvelle iyi bir sopa yemiştik. Demem o ki daha ilk okul çağında başlamıştı cinsel olgular taşranın koşullarında pembe topukları gördükçe…
“Pembe Topuklar” bizim için cinsellik kadar, taşrada da olsak bir üst yaşam biçiminin sembolüydü. Belki daha yukarılara bakma cesaretimiz yoktu da yere yakın kaçamak bakışlarla yasaklara bulaşmak istiyorduk. Yazımda açıklamasam da “pembe topuklar” aynı zamanda halk (köfteci Fahrettin oğlu ve çırağı olunca ben ve arkadaşlarım da Hancı Aziz (!) in oğlu Ali olunca buradaki “halk”ın açık anlamını varın siz bulun) arasında çok ileri dişil bir fantezinin de simgesiydi. Topuklar pembeyse giysiler ve tavırlar da bir başka olurdu. Rahmetli Süleyman’la yolumuz İzmir’de de buluştu. Ben İzmir Atatürk Lisesi’nde okurken o da Çınarlı Meslek Lisesi Elektrik Elektronik Bölümüne girdi. Daha sonra da Yıldız Teknik Üniversitesinde okudu. Yazları Soma’da bir elektrikçinin yanında çalışırdı. Ustasının karısına aşık olmuştu (platonik). Taşrada benzeri çok olur. Çünkü ustasının karısının topukları pembeydi. Bu aşk ona yetti. “Bir yaz sabahı gözlerimin ufkuna erken doğdun güzelim” şarkısıyla aşkını kalbine mühürlerken genç yaşta hiç evlenmeden ölüverdi. Şerafettin’e gelince. Ben Tepecik’te Lise ve üniversite (ama gerçekten üniversite, yoksa hamam sokağı yanındaki hayat üniversitesinin pembe topuklularını demek istemiyorum) yıllarımı geçirirken o da Gürçeşme’de anneannesinin yanında lise yaşamını zorladı. Namık Kemal’de okudu bir süre. Yapamadı. Askere gitti. Askerden dönüşte tahsiline devam edip polis akademisinden mezun oldu. Toplum polisiydi. Oniki eylül sonrası Tariş’teki olaylar sırasında Bülent’i tutukladı. Sonra da bizimle beraber cezaevi savcısına yalvardı; ağladı serbest bıraksın diye; olmadı. Bülent hapis yattı. Ne zaman “dışarda deli dalgalar, gelir duvarları yalar; beni bu sevda oyalar” sözlerini duysak hemen Bülo’yu ararız ve Sebahattin Ali’nin Sinop Cezaevinde yazdığı “aldırma gönül”le ağlarız. Şerafettin polis olamayacak kadar yufka yürekliydi. Genç yaşta kanserden öldü. Şerafettin için “pembe topuklar” Soma’dan İzmir’e taşındı mı ? bilmiyorum.
Demem o ki; sadece pembe topukları görmek ve hayal kurmak bile bize yetiyordu taşrada ergenliğe geçerken. Florida’lı Sam’e de soracağım Muğla’nın taşra koşullarından çalışkanlığın ödülü olarak Antalya’ya terfi ederken o da pembe topuklardan etkilenmiş miydi ?Pembe topuklar ergenliğe geçişte biraz daha ağırlaşan cinsel bakışların nerelere odaklandığı ve farklılıkların yarınlardan nelerin habercisi olduğuydu bizim için. Belki de bu arayışlarla taşradan şehre göçüşte, ebeveynlerin en zoru seçişinde (Tilkilik Erkek Ortaokulu gibi), biraz nefeslenme için arayışta, taşradan birikimlerin erken ergenliğe erişiminde 56 yıl önce 1145 sokaktaki “Sakız Bakkaliyesi”nde buluşan gözler, tutuşan eller bugün 13COPCU ile yazıma konu olan BECopcu ikilisi ile zirve yaparken şükürlerimiz ve dualarımız sonsuz. Böylesi aydınlık yollarda başlayan ve süren ustalık yolculuklarına tanık olurken, yaşarken, doya doya özümserken daha ne ister insan !
Öykücü
…Paylaşımdan sonra 68liler (51 yıl önce birlikte öğrenme yolculuğuna çıktığımız dostlarımız, meslektaşlarımız)’den gelen mesajlardan birine baktığımda ne 5 yıllık beraberlikte ve ne de sonrasındaki görüşmelerimizde sevgili HS un yukarıdaki öykümdeki taşrada şehirli memur çocuğu örneğini aynen yansıttığını anlıyorum. Karşılıklı özlemlerimize baktığımızda köfteci Fahrettin’in oğlu Mustafa için memur çocuğu olma özlemi (oyun oynayacak serbest zamanı arıyor; oysa sabah dükkanda gecenin bir vaktinde dükkanı kapatmada ve aklı, gözü dışarıda) ve esnaf şakaları (el ve söz) arasında hızla gelişen ergenlik döneminin kışkırtmaları yanında memur çocuğu sevgili HS un “arkadaş” özlemi… Ve bence en içten paylaşımı da “hiç kimseye şımaramadım” sözleri… Sonunda yetmişe doğru yaşam büfesinde sırada öne geçme kavgası bitince veya yaşam gölünde kulaç atma hızımız düşünce ya da karşı kıyı görününce satranç bitiyor ve şahı da (sınıfımızın şahı kim ola ki ?) piyonu da aynı kutuya koyuyorlar
From: HS Sent: Sunday, August 03, 2014 5:20 PM To: Mustafa COPCU Subject: Re: Yetmiş ve Pembe Topuklar
Babam memurdu. O yıllarda (1944-1960) memurlar çok yer ve mekan değiştirirlerdi. Bu değiştirmenin bir sebebi iş bilen adamı devamlı ihtiyaç olan yere yönlendirme ile olur diğer bir sebebi de iş bilen adamın iş bilmeyenlere itirazı neticesi yetkililerin hazmedemeyip o kişiyi sürgüne göndermesi ile sonuçlanırdı. Biz ailece kaç yer değiştirmişiz bir bakalım.: 1940 Sivas, 1944 kayseri,1945 Zonguldak,1950 Malatya,1951 Diyarbakır,1952 Ankara,1953 İstanbul,
Biz ailece baba tarafı Selanik ve üsküp melezi baba Menemen nüfusuna kayıtlı,Annem Sivas…Ben fakülte den sonra İstanbul,sonra Yozgat, sonra, Kırklareli, sonra İstanbul zirai karantina (20 yıl), Milli Saraylar 17 yıl ve hürriyet.
Hala Kadifekale’de ufak ve çok hisseli bir toprağımız ve Aliağa da çok hisseli bir toprağımız var. İşte ben böyle bir melezim.İlkokulu bitirinceye kadar hiç arkadaşım olmadı. Orta okulu ve liseyi o günkü şartlara göre Bakırköy Lisesi’nde bitirdim. Hayatım da hiç kimseye şımaramadım ve dolayısıyla hiç yaramazlık yapmadım veya yapamadım. Çok değil hatta hiç zeki değilim insanlara elimden geldiğince yardım yaparım hiç karşılık beklemem, kul hakkında fazlasıyla korkarım.Çok konuşmam ama çok izlerim.Böylece babamın dediği gibi ben kalender bir meşrebim.
Sevgiler mutluluklar ve hayatımızın geri kalan kısmında sağlıklı ve güzel günler geçırmemiz dileğiyle hoşça kal.
HS
******************
On Sunday, August 3, 2014 2:53 PM, Mustafa COPCU <mustafa@copcu.com> wrote:
Merhaba H….
Tek bir sözcük ve ünlem işaretiyle çok nokta…Demen o ki; ya “yaş yetmiş iş bitmiş” veya bardağın dolu tarafıyla “yaş yetmiş iş bitmemiş”.
Fark eder mi ? Etmez.
Önemli olan sesimi duymak ve ses vermek tıpkı 1967 de Menemen staj çiftliğinin yatakhanesinde gece yarısı mırnavları gibi “ses ver oğlummm”. Senin için ergenliğe geçiş hep İstanbul (şehir) muydu; taşra yaşamı ve taşradan göç yok muydu yaş değişirken mekanın da değiştiği ve değişim sarmalı içinde büyüyüp geliştiğin ? Her neyse…
Tekrar selamlar ve teşekkürler.
******************
From: HS Sent: Sunday, August 03, 2014 12:47 PM To: Mustafa COPCU Subject: Re: Pembe Topuklar
yetmiş!……..
******************
On Sunday, August 3, 2014 12:32 PM, Mustafa COPCU <mustafa@copcu.com> wrote:
Merhaba
Yetmişe az kala (birden de az) BECopcu olarak Z kuşağımızın ikilisi Lise yaşamına başlarken X Kuşağından Musto Dede olarak o yaşlara dönüp (ellili yılların sonlarına doğru) ergenliğe geçişe bir mesaj (L4: Leave a legacy) katmak istedim. Dün bloguma eklediğim yazımda özellikle Florida’lı Sam’e de sordum; onun için de aynı yaşlarda Muğla’dan Antalya’ya geçişte böylesi “Pembe Topuklar” fantezileri var mıydı ? diye.
Çeşme’den selam ve sevgilerimle.
Mustafa Copcu