Yaşam Büfesinde “Savaşçı”

“… Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın (biz koymuyoruz ve ödülünü hep görüyoruz) / Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gel-git ile çalkalanan bir deniz olsun sevgi (bizim denizimizde pek fazla gel-git görülmüyor) / Birbirinizin kadehini onunla doldurun, ama aynı kadehle eğilip içmeyin (bizim X kuşağımızda tek kadeh var taa 1958 den bu yana; yine de maşallahımız var) / Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın (buna özen gösteriyoruz ve hiç kimsenin aklından aksi geçmiyor) / Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte  ama ikinizin de birer yalnız olduğunu unutmayın ( biz olurken benliğin değerini koruma gayretimiz hep varolageldi) ; çünkü sazdan dağılan müzik aynı ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır / Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın (aslında yeri geldiğinde her birimiz bir diğerinin ya da diğer hepimizin sığındığı liman oluyor ve bunu yaparken yaş ya da konumla ilgili bir otorite figürümüz hiç olmadı) ; çünkü ancak hayatın elidir yüreklerinizi saklayacak olan / Hep yan yana olun ama birbirinize fazla sokulmayın (kusura kalması Sevgili Halil ama biz bunu pek beceremiyoruz; çünkü buna inanıp istemiyoruz; bu kopuş da bizi Copcu yapıyor) ; çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da birbirinden ayrıdır…”

 

Merhaba

Yazımın girişindeki özlü sözler tahmin ettiğiniz gibi Halil Cibran’dan. Bugün günlerle gecelerin yarışmasınının son bulduğu yılın iki farklı gününden biri: 21 Eylül. Üç ay önce en uzun günü, dokuz ay önce de en uzun geceyi yaşamıştık. Bugün aydınlıkla karanlık süreleri görünüşte ve kuzey yarım kürenin ılıman iklim kuşağında eşitlendi. Birkaç günden beri süren serinlik gitti. Hava yine ılındı. Nezuş’u yalnız bırakmayıp ben de bugün denize girdim. Önce kitabımı okudum. Sonra Sakız ve Karaburun kara  parçalarına dalıp giden Lacoste’la buğulanan gözlerle kıpırdamayan denize, birkaç buluta dalıp gittim. Bugün yürüyüş ve aradaki “taş atma” molasında nefes jimnastiği sırasında daha bir dingin olduğumu hissettim. Tekne örtülü ve bağlı; atv pis ! Herşey çok güzel. Mavişehir’de bir şeyler rayına girmiş. Nevzat!a vekalet verildiğine göre ev alma işi kesinleşmiş. Hayırlısı olsun. Copcular kümeleşiyor. İkinci nesil Mavişehir’de toplanıyor. Z Kuşağımızın öndörtlü erkekleri B-İZAK ve E-İZAL lı olunca kader ağlarını beklentilerimiz ve umutlarımız doğrultusunda örüyor. Kuşkusuz bunlar görebildiklerimiz. Binlerce şükür. Daha ne ister insan.

“Allah sana bin katını versin” diyor Nezuş, iki gün önce Cuma namazından çıkıp evde tarhana çorbamı beklerken gelen Ümit ve Pınar’ın hediyelerini görünce. Gelişleri ve tüm Y Kuşağımız adına bizim 49ncu yılımızı kutlayışımıza ortak oluşlarına duyduğu sevgiyle. “Allah sana bir katını versin” sözünde ölçülebilir bir değerden çok mutluluğun ifadesi var. Allah tüm çocuklarımıza bin katını versin. Hepsinden hoşnutuz. Sevgilerinden şükür doluyuz. Ne var ki ben bana alınan Lacoste’un bin katına baktığımda haftaya (Allah nasip ederse) alınacak olan evin tüm bedelinin (ve hatta komisyoncu ücreti de dahil) “Allah Vergisi” ile kolaylıkla ödenebileceğini öğretti ki; şimdi geceleri yatak odasına çıkarken artık laptopumu değil o hediyeyi alıp saklıyorum olası hırsıza karşı. Allah onlara da Z Kuşağımızdan Nezuş’un dediği gibi bin katını versin; verecek; veriyor. Buna tüm kalbimizle inanıyoruz. Binlerce şükür.

Bana yeni bir kitap getirir misin çatıdan ?” dedi Nezuş sabah yürüyüşü sırasında. Düşündüm, ne tür bir kitap olsa Eylülün serinliklerinde ve dinginliğinde daha çok hora geçer ? Biz, “hora geçmek” deyimini, daha eski dille anlatırsak “makbule geçer” şekliyle de olsa çok severiz. Bu deyim “işe yaramak” tan birkaç adım ileridedir; daha yerel, daha anlamlıdır. Sanki “doğal ürün” gibi bir his veriyor bana. Aklım kitaplığımı tararken Nezuş beklentisini şekillendirdi: “Savaşçı” yı getirir misin ?” Nedense bu seçim bugünlerin yaşanmışlıklarında daha bir anlamlı geldi bana.

“Savaşçı” kitaplığıma nasıl girdi ?

Ondört yıl önceydi. Nisan ayının ilk günleriydi. CINOS’un üçüncü evresinde yeniden bir “kanıtlama gayreti” içine girmiştim. Kurumsal kaos atlatılamıyor gibiydi. Oluşum, değişim aşamasında DOD 2000 (Do Or Die / Yapmazsan Ölürsün) benzeri bir slogan hem özüm için ve hem de (özellikle) ekibim için dilimdeydi. Yine seferberlik ilan ediyordum (tıpkı 1997 CINOS’un “NO” sundaki gibi). Fethiye’den girip Mersin’den çıkıyor; Alaşehir, Malatya ve Bursa’dan devşirme güçlerle iki haftalık yoğun serüvenle öğrenmeleri hızlandırıyor ve geçiş sürecinde eylemsizlik ve düşünce sendromu ile ekibimin (8 proje ve 7 Lider) hata yapmasını önlemeye çalışıyordum. Bunun yarattığı stresin pek farkında değildim.

Eray ve Özgen “Sağlıklı ve mutlu beraberlikler adına lütfen kendinize iyi bakın. 03.04.2000” notunu ekledikleri “Savaşçı” yı bana hediye ediyorlardı. Aradan iki gün geçtiğinde kitabın ilk sayfasında benim notum da şöyleydi: “Bu kitap alındığında bayram sonrası ( ve EC nin uzaklarda oluşu) sıcaklığı yaşanıyordu. Ama kaderin cilvesine bakın ki okumak için Atakalp’te güzel günlerim vardı ve içerik NC u etkiliyordu”.

Farkında olamamak, ne kötü bir şey. Yine de şanslıysan birileri seni senden daha iyi görüp elinden tutuyor ve eforlu ekg, anjio ve by-pass derken bir hafta içinde köklü çözümler üretiyor fazla irdelemeden ve zaman kaybı yaşamadan… Allah razı olsun. Her zaman ve hepsinden. Nisanın ortasında eve çıkıp, dördüncü kata plastik sandalyeye oturtulmuş ve Faruk ve İbo’nun destekleriyle çıkıyor olacaktım. Nisan sonunda M38 tanklar gibi hem konuşup hem yürüyemeyecek ve yine de sahnede sunum yapmak için toplantıya gidecektim. Bu da yetmeyecek. Hızımı alamayacak ve Mayıs ortasında Antalya’da yapılan bir çalıştaya arabayla gidecektim. Bizim yerlilere ek olarak toplantıya özel katılan Axel (Loehken), Andre (Fuegeroux) ve Phlip (Gamblin) le birlikte seralara girecektim. Bunlar “Savaşçı” nın etkileri miydi ? Bilmem.

Küçük bir anı. Kumluca’da demo serasına girdim. Sıcaklık 50 dereceye yakın. Bunaldım. Çıktım. Ağacın altındaki gölgeye sığındım. Sera sahibi de orada oturuyordu. “Ne oldu ?” diye sordu. “By-passlıyım da sıcaklık etkiledi” deyince. Güldü. “Haaa ” dedi ve devam etti “Bizim gelin de by-passlıydı. Yedi yedi. Şişti. Altı ay sonra öldü”. Bana moral oldu !

Bu arada “savaşçı” nın içine bir post it yapıştırmışım. Pınar’ın güzel yazısı ile yazılanlar şunlar : “Çok sevgili, Biricik Dedemiz, Bir an önce iyileşip bize yeniden ninnilerinizi söylemeni bekliyoruz. En içten sevgilerimiz ve şifa dileklerimizle. Torunların, Aslıhan & Barış Copcu”. Aradan ondört yıl geçti. CINOS’tan sonraki süreç (ABG,PL,AS,…) ve bugün. Çeşme’de keyifli, huzurlu, sağlıklı, dingin bir yaşam Nezuş’la ve İzmir’e toplanan tüm Copcularla. Daha ne ister insan !

Bu koşullarda “Savaşçı” hangi mesajları veriyor ?

Bir televizyon kanalındaki “Melek Programı”na sıkça çıkmaya başlayan Dr.Cüceloğlu’nun gülen yüzü ve peltek sesiyle ikimizi de etkileyen ve bizi “Savaşçı”yla yeniden buluşturan hocanın sunduğu, Cahit Sıtkı’nın bir şiiri var aklımda. Ancak bununla mutsuzluk değil, anılara dayanarak faydası, hazzı ve mesajı artsın istediğim bir mutluluğu yansıtmak istiyorum.

“İçimi titreten bir sestir her gün / Saat her çalışında tekrar eder: ” Ne yaptın tarlanı, nerde hasadın ? / Elin boş mu gireceksin geceye ? / Bir düşünsen, yarıyı buldu ömrün . / Gençlik böyledir işte gelir gider; / Ve kırılır sonra kolun kanadın;  / Koşarsın pencereden pencereye.” / Ah o kadrini bilmediğim günler, / Koklamadan attığım gül demeti / Suyunun sebil ettiğim o çeşme / Eserken yelken açmadığım rüzgar / Gel gör ki sular batıya meyleder /  Ağaçta bülbülün sesi değişti / Gölgeler yerleşiyor pencereme / Çağınız başlıyor ey hatıralar “

Tam bu satırları yazarken merdivenlerden çocuk sesleri duyulmaya başlandı, belli belirsiz. Biraz sonra Duru ve İrem yanımdaydı. Helal olsun. “Hava, deniz güzel ve Gerence mercan doludur” düşüncesi aklımızdan geçip dilimize düştüğü gibi demek ki çağırmışız sabah yürüyüşü sırasında ! Çok geçmeden yanı başımızda Keremgiller dörtlüsü. Telefonun öbür ucunda da Eray … Ve Ümit Almanya yollarında… Dualarımız sonsuz; şükürlerimiz de…

Duru’nun elinde markör (koli kalemi) ve FC (rahmetli babam Fahrettin Copcu değil; Flipchart’ın kısaltması) hazır ve kağıta atılan çizikler kimbilir nelerin müjdecisi ! Ses de gerek… Prag’ta son gece ve Arife yazılı bir CD (No 604) elime düştü ve ilerleyen bölümlerde bir gecenin görüntüleri var onbir yıl öncesinden. Bugün de aynı gözlerde çocuksu pırıltılar var; dillerde aynı içten sözcükler var birazcık göbekler büyüse de…

“Savaşçı” nın günümüze düşen mesajlarında neler gözüme çarpıyor ?

Kitabın bir yerinde sevgili sarı Fevzi abimizin (Prof.Dr.F.Önder) aynı günlerde (2000 yılı) aniden vefatına ( 25.03.2000) ait bir sayfalık bir yazı da eklemişim. O da benim gibi, rahmetli Metin Kaya gibi, rahmetli Dr.Coşkun Saydam gibi by-passlı (fermuarlı) idi. Yine de sigarasından ve kahvesinden (Çınaraltı) vaz geçememişti. Martın 25 inde Tarım Bakanına verilen bir özel yemekte üniversitemizin dekanı olarak ayağa kalkıp konuşma yapmış; mesleğimiz adına bir özlemini dile getirmişti. Bunlar son sözleri olmuş ve masaya başı düşüvermişti. Sarı Fevzi abimiz benim gibi İzmir Tilkilik Ortaokulu ve İzmir Atatürk Lisesi mezunuydu ve benden sadece 13 ay büyüktü. O Ödemiş’li ben Soma’lıydım. İkimiz de taşralıydık ve İzmir’le en zor erkek ortaokulu olan Tiliklik’te tanışmıştık. Sevgi doluydu. Mekanı cennet olsun. O bir “Savaşçı”ydı ve Doğan hocamın dediği gibi “Savaşçının yolu gönül yoluydu” ve Fevzi abimiz gönül adamıydı. Bu araya bir İngilizce sıkıştırıverelim bu da Savaşçı’dan olsun: “One must choose the path with heart in order to be at one’s best“.

İçinizdeki çocuğun “Savaşçı” kimliğiyle öğrenme yolculuklarınıza aydınlık yollarda önderlik etmesi dileklerimle.

Öykücü