“…Seksen yıldan beri dünyanın dört bir yanından kümes hayvanları üreticileri Japonya’daki Zen-Nippon Civciv Cinsiyeti Okulu’nu tekniği öğrenmek için ziyaret ederler…İşin gizemli yanı hiç kimse tekniğin işleyişini tam olarak açıklayamamaktadır. Yöntem nasıl oluyorsa belli belirsiz görsel ipuçlarına dayanıyor, ama profesyoneller bile bu ip uçlarının neler olduğunu söyleyemiyor…Profesyonellerin öğrencileri eğitme yöntemleri de bundan ibaret. Usta, çırağının yanı başına dikilir ve onu seyreder. Öğrenci ise eline bir civciv alır, hayvanın gerisindeki deliğe bakar ve bölmelerden birine atıverir. Ustanın tek yaptığı geri bildirimde bulunmak: Evet ya da hayır diyerek…”
Merhaba
Bugün Dünya Kadınlar Günü. Kutlu olsun. Günleri böyle yaftalamak gerçekten de düzeltici önlemleri almaya, toplumsal bilincin gelişmesine, karşı çıkışları güçlendirmeye katkı sağlıyor mu ? kuşkuluyum. Hep anımsadığım bir örnek var. Av yasağına uymak, kaçak avlanmayı önlemek amacıyla avcılar derneğinin düzenlediği bir etkinliğe dernek başkanı katılamamıştı. Çünkü o gün kaçak avlanırken yakalanmıştı. Bir diğeri de CINOS’un ikinci evresine geçtiğimiz günlerde (doksanların sonları) İstanbul’da bir eğitime göndermişlerdi bizi (ben ve Tahsin). Eğitmen ilk gün sabahı eğitime bir saat geç kalmıştı ve eğitimin adı: Zaman Yönetimi idi. Bunlara bakınca amacı ve niyeti net olan eylemlerden bile umutlarım düşük. Laf olsun diye atılan adımlar, yapıştırılan yaftalar ve değişmeyen yaşam, yeterince artmayan yaşam kalitesi. Şarkıda bar bar haykırıyordu yerli şarkıcımız: Birşey yapmalı...İyi de ne yapmalı ? Öyle bir dönem ki eğri ve doğru öyle bir göreceli duruma düşürüldü ki gözümüzün içine baka baka söylenenler insanı zıvanadan çıkarıyor. Zıvanadan çıkmak ne demek ? Zıvananın ne olduğunu bilmiyor ki insanlar. Zıvanadan çıkınca ne yapmak gerek ?
Anahtar sözcük: Ustalık ya da Sezgi
Yazımın girişindeki anlatımı David Eagleman‘ın “Incognito” isimli kitabından aldım (http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/bir-kitap-okudum-allahim-sasti-incognito-beynin-gizli-hayati-bolum-1-26599 ). Yazımın başlığını “Tavuk Seksörleri” veya “Seksör Koçları” ve hatta “Meleke Kesbetmek” koymayı düşünmüştüm. Kitaba baktığımızda Montaigne‘in bir sözünü anımsarız: “Kendimizle aramızdaki fark, bir başkasıyla olan fark kadardır“. Bu söze takılınca yazıma ara verip kitaplığıma (!) gidip “Denemeler“i alıp geldim. Bu sözün tetiklediği aklımın eylem halinde “insanla insan aasındaki fark, insanla hayvan arasındaki farktan daha büyüktür” yargısı öne geçti. Tam bunları düşünürken Nezuş bana dönüp kitabın 288 nci sayfasını sordu. İkimiz de “Denemeler”i hergün önemli bir yaşamsal eylem yanında birkaç kez okuyoruz. Ruh halimize, düşünce çerçevemize, günlük olaylardan etkilenme şeklimize göre sayfaları rastgele çevirip okuyor, konuşuyor ve düşünüyoruz. Bazen daha bir yoğunlaşma oluyor, bazen de çemberi kırmaya yarıyor. Nezuş’un ezberimi sınaması ve özellikle “Denemeler” için sınaması hoşuma gitti. Ancak sorunun yanıtını ezbere bilemedim. Üstelik bir de fırça yedim: “Bir de yanına not düşmüssün” dedi. Düşündüm. “Denemeler”in birkaç yerinde özel notlarım olduğunu biliyorum. Acaba hangisi ? diye düşünürken ipucu istedim. Verince hemen anladım. “Fukaralık ve Hırsızlık” karşılaştırmasına ait yargılarıydı Nezuş’un hatırlatmak istediği. Yaklaşık beşyüz yıl önce Montaigne sanki “aç köpek fırın deler” misali anlatmaya çalışırken fukaralığın neler yaptırabileceğini vurgulayan “Denemeler” elimde kaldı ve bugünlere döndüm. Sabahın köründe, yağmur yağınca yürüyüş yapamadığımız bir tatil sabahında basından seçmelerin aklımı tekrar tekrar zorladığı, matkap gibi oyduğu oyuklarda nelerle gerildim ?
Bugün Soner Yalçın’ın köşe yazısında (http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/dolarin-yukselisi-osmanli-dejavusu-764825/) Osmanli Bankası-Merkez Bankası anlatımlarına, iki kitapta anlatılan Osmanlı Dönemi Maliyesine ait olgular, öykülerle bugün, hergün, her an kaşıma çıkan sevimsiz, suratsız yüz, azgın, öfkeli, kindar söz, “ben yapmadım o yaptı” diyen sanki süt dökmüş kedi gibi zavallı görüntüye bakınca ve daha anlatılamaz binlercesini görünce sadece “cahil cesareti” değil gerçekten de “vatan hainliği”ne inanır oldum. Ürktüm. Ürperdim. Korktum. Şükrü’nün uzaklardan paylaştığı “Türkiye’nin Borsası Panikte” mesajlı basın haberi de korkularımı katmerleştirdi. Görünen o ki doksanların ortasında ve yeni milenyumun başında yaşanan kriz tekrarlayacak ve çok canlar yanacak. Bu ekonomik çöküntü beraberinde çözüm beklenen çözülmeyi ve parçalanmayı getirecek. Toplumun zengin ve erki (şimdilik) elinde bulunduran kesim sahip olduklarından vaz geçmemek adına vatanı satacak. Atatürk zamanında İstanbul odaklı varlık zenginlerine karşı çıkma gücü bulan Anadolu şimdilerde sessiz kalacak.Çünkü varlıkların bir kısmı tüm yurda yayıldığı için vaziyeti idare etmekle yetinecekler. Nasıl kurtulacağız ? Siyasi umut var mı ? Olmalı ama bence yok. Aileme (C13) bakınca neler görüyorum ?
Pakümit, gurbet ellerinde, geri kalmış ülke mahrumiyetinde, artan bel ağrılarının baskısında özverilerini sürdürürken bedelini alıyor olacak. Dualarımız yardımcı olabilir. Mesteray, birkaç gün sonra Uzakdoğudan dönmüş olacak. Umarım dövizin bu yükselişinde açığa yakalanmadan beklentilerine kavuşmanın planlarını doğru yapmıştır. İşi zor. Allah yardımcısı olsun. Netkerem, Yunt Dağında kanatlar dönünceye kadar daha bir fazla sıkılacak. Doların ateşi onu daha çok yakacak. Kayıpları artacak. Uykusuz geceleri çoğalacak. Nevar ki emekle yoğrulan sonuçlar onu ve ekibini her koşulda dik tutacak ve yere sağlam basmaları sürecek. Biraz daha gayret ve sabır gerekecek. Bu da onda, onlarda var. Hepsi için temel dileğim: Sağlık ve ülkem için de: Esenlik. Şimdi tekrar “Denemeler”e gelicem. Neresinden başlasam ?
“Ödemeli Kötülük” diye başlık atmış Montaigne. Anlatımı da şöyle:
“…Yakınlarımdan birinin çiftliğinde bir adam tanıdım. Kendi hayatını anlattı. Dilenciymiş eskiden; ekmeğini kendi el emeği ile kazansa bile yoksullukla baş edemeyeceğini anlamış ve hırsızlığa başlamış. Bütün gençliği boyunca bu meslekte çalışmış ve kol gücüyle yakalanmamış. Çünkü başkalarının bağını, bahçesini soyarken uzaklara gidiyormuş. Geceleri öylesine dolu çuvallarla köye dönüyormuş ki kimse uzaklardan bunca yükün geleceğini düşünmüyormuş. Ayrıca verdiği zararı kişilere öylesine dengeli dağıtıyormuş ki kimsenin payına kaldıramayacağı kadar fazlası düşmüyormuş. Bu anlatımlarıyla hırsızlığın kötü olduğunu kabul ediyormuş ama yoksulluk kadar değil…”
Şimdi düşünüyorum da, bugünün saraylısı da havuz problemleriyle, bu problemi çözmek için rant sahilinde sıraya girmiş yapı kurucu yandaş çıkar ortaklarının oturulan kucaklarıyla, milletin anasına iyilik yapmayı maharet sayıp övünen madrabazlarla da hırsızlık hoşgörülür durumda. Hem de çalanlar fukara değilken… Şimdi buradan David’in “Incognito”suna geçiş yapılabilir mi ?
“…Dünyanın en iyi tavuk seksörleri Japonlardan çıkmaktadır. Ticari işletmelerde civcivler yumurtadan çıkar çıkmaz dişi-erkek, tavuk-horoz olarak ayrılmaları gerekir ki kaynaklar doğru kullanılmış olsun; kârlılık korunabilsin. Horozları beslemek gerekmiyor. Birkaçını ayır geri kalanını imha et. Dişileri özel besleme rejimine al ve yumurta verimliliği ve işletmenin kârlılığı artarak sürsün. Bunun için işin uzmanları birgünlük civcivi eline alır, poposuna bakar ve dişi/erken ayrımını yaparak kendi bölmesine atar. Birgünlük civcivin dişi/erken ayrımında morfolojik bir fark görmek zordur; birbirine benzerler…”
Yazımın girişindeki mavili kısmı şimdi yeniden okuyun ve aşağıdaki açıklama ile yazımı uzatmadan bitireyim.
“…Seksen yıldan beri dünyanın dört bir yanından kümes hayvanları üreticileri Japonya’daki Zen-Nippon Civciv Cinsiyeti Okulu’nu tekniği öğrenmek için ziyaret ederler…İşin gizemli yanı hiç kimse tekniğin işleyişini tam olarak açıklayamamaktadır. Yöntem nasıl oluyorsa belli belirsiz görsel ipuçlarına dayanıyor, ama profesyoneller bile bu ip uçlarının neler olduğunu söyleyemiyor. Görünüşe göre civcivin poposuna bakar bakmaz hayvanı atacakları doğru bölmeyi biliyor. Profesyonellerin öğrencileri eğitme yöntemleri de bundan ibaret. Usta, çırağının yanı başına dikilir ve onu seyreder. Öğrenci ise eline bir civciv alır, hayvanın gerisindeki deliğe bakar ve bölmelerden birine atıverir. Ustanın tek yaptığı geri bildirimde bulunmak: Evet ya da hayır diyerek. Bu etkinlikle geçen haftalar sonunda öğrencinin beyni de ustasınınkinin düzeyine erişir; tabii bilinçsizce…“
İkinci Dünya Savaşında İngiltere, Alman uçaklarından çok çekmişti. Bu nedenle uçak gözcüleri oluşturdu. Bunlar gelen uçakların eve dönen İngiliz uçağı mı yoksa Londra’yı bombalamaya gelen Alman uçağı mı olduğunu ufukta göründükleri anda anlıyorlardı. Sezgilerini oluşturan görsel ipuçları neydi ? Bilmiyorlardı. Anlatamıyorlardı. Ancak yetiştirmek için yanlarına aldıkları acemileri de aynı seksörler gibi eğitiyorlardı. Bu oluşuma “bilgiyle farkındalık arasındaki uçurum” denir. Ya da örtülü bellek veya açık bellek. Bir deyimi anımsıyorum: “Bilinçdışı öğrenmenin tadını çıkarmak”. Şöyle bir benzetme de yapılabilir: Babanızın kendine özgü yürüyüşünü, burun şeklini, gülüşünü anlatmakta zorluk çekseniz de onun gibi yürüyen, gülen ya da ona benzeyen birini gördüğünüzde hemen farkına varırsınız. Doğru değil mi ?
ER/DA’ya bakın ve bu yargıya inanan güçlerin benzetme gayretlerine hayran kalın. Bir diğer yazımda ele aldığım gibi ünlü MGN markasının modelini FLNC e verip yeni konumda markanın etkisini koruyarak duble etki elde etme kurnazlığı. Hem ticari, hem akılcı ve hem de bilinçdışı etkileme yolu. Evet kötü de olsa, Kemalgillerin pısırıklığında hayran kalın. İstersenin çaresizlikle başınızı duvarlara vurun. Şafak gitti; Süheyl gitti; Deniz küstü. Kaldık mı başbaşa !
Fukara olmadan soyanların arsızlıklarından korunmak için aydınlık yollarda çabalarken Allah aklımıza mukayyet olsun. Yoksa biz mi mukayyet olacaktık kendi aklımıza ? Aklım karıştı.
Yazdım. Yayımladım. Açtım; okudum. Aşağıdaki kısmı eklemeyi uygun gördüm. Önce Kral Arthur’un duasındaki “stratejik üçgen” benzeri “Cesaret / Sabır / Bilgelik” kavramlarından sıyrılmam gerekti. Daha sonra “Bilgelik Piramidi“ne takıldım hem CINOS‘un öğretileriyle ve hem de Prof. Barutçugil‘in “Bilgi Yönetimi” kitabının sayfalarına takılıp kalmakla yoğunlaşan algılarımı değiştirmem gerekti. Bunlardan sıyrılmaya çalışırken “Denemeler“in içine serpiştirilmiş Latince sözleri karalamaya başladım, “bilge” sözcüğünü anahtar kelime yaptığımda. Plautus’un ismini vererek “Sapiens pol ipse fingit forturam sibi / Bilge kendi mutluluğunun ustasıdır” yazmasından sonra , birinci kitap, 14ncü bölümden “Mutluluğun Bize Göreliği” başlıklı kısımdan kısa bir alıntı yapıp bu kez gerçekten yazımı kapatayım.
“…Zenginlik bize ne iyilik eder, ne de kötülük: Her ikisi için de malzeme verir bize. Ondan daha güçlü olan ruhumuz bu malzemeyi dilediği gibi evirir, çevirir ve kullanır; mutlu ya da mutsuz oluşunun tek nedeni ve sorumlusu kendisidir. Dış varlığımız tadını ve rengini iç varlığımızdan alır; nasıl ki giysilerimiz bizi kendi sıcaklıklarıyla değil bizim sıcaklığımızla ısıtırlar: Onu koruyup beslemektir yalnız görevleri. Onları soğuk bir bedene giydirirseniz, soğukluğu korur ve beslerler: Kar ve buz öyle saklanır… Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması gerekir, yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan birşeyin görülmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğü de önemlidir…”
Helal olsun Montaigne sana. Hem bugün ruhumu rahatlattın, özüme dönüp kendime bakmaya çalıştım hem de düşündürdün ve madem ki bugünün saraylısı ile yükseklere bakar oldum şu sözleri de ekleyevereyim: “Rarus enim ferme sensus communis in illa / Yüksek mevkilerde sağ duyuya az rastlanır“. Bugünlerde azı bırak yok oldu gitti. Hem cahil cesareti ile dengeleri bozuyor; hem vatan hainliği ile suçluyor ve hem de sahneye çıkıp “ben mi düzelticim onun görevi düzeltsin” diyecek kadar yaptıklarının farkında olmadığını ya da suçsuzluğunu ifade ediyor. Bir söz vardı eskilerde: “Merd-i kıpti …. (kendini överken)…sirkatin beyan eder”. Tam yazarken aradaki kısım gidiverdi. Durdum. Düşündüm. Geri gelmedi. Geldiğinde yazımı düzeltirim (090320152000: Yeniden yükselen tansiyon nedeniyle öğle üzeri başlayan sabah yürüyüşümüz sırasında aklıma geliverdi. Tümü şöyleydi: “Merd-i kıpti çecaat arzederken sirkatin beyan eder / Cesur çingene kendini överken hırsızlıklarını anlatır“. Bugünün saraylısına çevirmeye çalıştığım anlamı azıcık açmaya çalışsaydım hangi kelimeyi “anahtar sözcük” olarak seçerdim ? Mertliği mi ? Hırsızlığı mı ? Cesaret mi ? Aklımı yormaktan vazgeçtim. Hani Temel’e: “İ..e mi olmak istersin yoksa entel mi ?” diye sormuşlar. Temel de “Bilmediğim şeyi aklıma sokmaktansa bildiğim şeyi kıçıma sokmaya yeğlerim” demiş. Bu fıkra aklıma düşünce ben yine aklımı zorlamaya karar verdim ve…
Ülkeye edilen kötülüklere bakıp da; ister okyanus ötesinden edilen bedduaların etkisi olacak mı diye kuşkuyla beklediğimi, ister kutular, kasalar ve havuz problemleri yanında kucağa oturtularak yapılan kötülükleri sabırla izlediğimi; ya da hepimizin düşünce tarzını Temel’in kolaycılığı gibi görüp de anamızı belleyenlere kızgınlıklarımı düşününce bir Latin atasözüne sığınmaktan kendimi alıkoyamadım: “Malum consillium consultori pressimum / Kötülüklerin beterini kötülük eden görür”. İnşallah. Dolar haftaya 2.60 la başladığına göre Allah bu kötülüğü edenlerin şerrinden hepimizi korusun. Dikilen gökdelenlerle, beş kat ruhsatla ucuza kapatılıp kırk katla inşaat yapanları rant zengini yapan, şımartan sistemi yaratanlar en azından, rantları vergilendirip de sarayın bedelini halka ödetmeselerde, belki de yukarıdaki öyküde olduğu gibi hoşgörülecek yanları olabilirdi. Ne var ki Montaigne’in beşyüz yıl önce yazdığı gibi bizim ünlü şanlı hırsızlar fukaralıktan dolayı çalmıyorlar ki…Halbuki sadece Lucretius’un şu dediğini bilmiş olsalardı: “Omnia te vita perfuncta sequentur / Ömrün bitince, her şey de seninle yok olacak”. O halde, öldüğünde geride ha yüz milyon doların, ha on milyar doların kalmış ne farkeder…Sadece elinde daha fazla oyuncakla ölmüş olacaksın ve iki yıl önce bir çocuğun öldürülmesinden sonra sanırım sevgili Özdil’in köşesinde yazdığı gibi toma bekleyecek mezarında, taşına tükürmesinler diye…
Sözün özü; “Imponit finem sapiens et rebus honestis / Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü gözetir”. Finito. Kalın sağlıcakla.
Öykücü