“…Genç avukat, hırsızlıkla suçlanan müvekkilini hapis cezasından ancak yaratıcı bir savunma yaparak kurtarabileceğini biliyordu. Bu nedenle savunmasını, sözcüklere “dans ettirerek” yapmaya başladı. “Müvekkilim arabanın camından içeri yalnızca kolunu sokup çantayı almıştır” dedi ve yargıcın hukuka olan saygısını hedefleyerek sürdürdü konuşmasını: “Siz de takdir edersiniz ki müvekkilimin kolu, müvekkilimin bizzat kendisi değildir” dedi ve görüşünü şöyle sürdürdü: “Yalnızca bir kol tarafından işlenen bir suç için, kişinin suçsuz öteki kolunu, bacaklarını ve bedeninin suçsuz tüm organlarını da cezalandırmış oluyorsunuz. Bu kararınızla suçsuz organları da hiç de hak etmedikleri bir cezaya çarptırıyorsunuz”. Genç avukat bu görüşünü açıkladıktan sonra yargıca sordu: “Bu davranışınızı, kişi hukukuna olan saygınızla nasıl bağdaştırabileceğinizi açıklyabilir misiniz ?”.Yargıç, genç avukatın bu sözleri üzerine gülümsedi: “Peki o zaman ben de kararımı aynı mantık doğrultusunda veriyorum ve müvekkilinizin suçlu kolunu bir yıl hapse mahkum ediyorum” dedi. Sonra kararını gülümseyerek tamamladı: “Müvekkiliniz isterse hapsedilen koluna eşlik edebilir“. Yargıcın bu kararından sonra gülme sırası,…”
Merhaba
Aklıma takıldı birkere…Anlamlı olup olmaması önemli değil; önemli olan çıpaladığı yerden çıkıp gitmemesi ve beni rahat bırakmaması. Sonunda ikisi de ağrı; biri gözde diğeri başta. Biri diğerinin bir parçası. Başı yedi delikli tokmak yapan iki delik göz ve bence onun ağrısı daha bir beterdir…Çekmediğim için bilmiyorum. Ne var ki “sen benim ilk göz ağrımsın” derken bunda bir sevinç, bir gurur, bir övgü varken “sen benim baş ağrımsın” derken tek sözcük gerekirse “dert” var. Neden ? İkisi de ağrıysa eğer…
Bugün (28.05.2015 günü başlamıştım yazıma ve ancak iki gün sonra tamamlayabildim) günlük yaşamımda birkaç farklı konu etkili oldu. Etkili oldu dediysem anlamı, güne iz bıraktı. Bunlardan ilki sabah yürüyüşü yapmadan aç karnına Çeşme’nin yeni devlet hastanesine gitmekti. Amacımız ikimiz için de kan değerlerimizin son durumunu görmekti. Acaba trombositimiz ne alemde ? Yine düşme yükselme var mı ? Ek bir önlem almak gerekir mi ? Arada bir daha çok Balıklıova’da rahmetli Garip’in Yerinde kalamar menümüze girdiğine göre acaba kolesterol değerlerimiz bildiğimizden öte fazla sapıtıyor mu ? gibi sadece “merak” ağırlıklı olarak kendimizi iğneletmekti amacımız. Altmışbeş yaş üstüne sıra beklemeden öncelik verdikleri için hem Mardin’den geçici görevle gelmiş olan Dr.Şeyhmuz’un gülen yüzüyle kan vermeye yöneliş ve hem de kan almada tüm özeni gösteren hanımların gülen yüzleri alışıldık küskün suratlardan ve hatta saraylarda sefa süren uzun çalardan çok daha mutlu yüzler günün ilk anıları olarak zor da olsa kan almanın sıkıntılarını hissettirmedi. Çok şükür. Sonrasında Çeşme’nin ana caddesindeki gevrekçi fırının önündeki küçük masada zeytin, peynir ve çayın herbiri birer lira olunca daha bir keyifle devam etti günümüz özel kahvaltısıyla. Sıra geldi mi bizim de avukatlık işimize…
İki yıl önceydi. Hocanın (Prof.Dr.ŞK) sözüne ve rehberliğine inanıp Enstitü yıllarım (1969-1985/ Emekli Sandığı /16 yıl) için “ben de emekli ikramiyesi isterim” diye SGK’a başvurdum. Talebim beklendiği gibi rededildi. Hocanın öğrettiklerine göre Bölge İdare Mahkemesinde dava açtım. Konuyu unuttum gitti. Bir yıl sonra bir banka dekontu geldi. Gittim 16.000TL ödediler. Sevindim. Bir yıl daha geçti SGK karşı dava açıp parayı geri istedi. Genç avukat dostumuzdan yardım istedik. Savunma hazırladık. Sonuçta SGK kazandı ve 16.000TL nı geri ödemeye başladım. Buraya kadar olan gelişmelerin gelgitleri ne çok fazla sevindirici ve ne de sonunda kaybolan eşeğin bulunması ve tekrar kaybolması çok fazla üzüntülü olmadı. Bir yıldır emekli maaşımın dörtte birinin kesintisi ile ödemelerim sürerken cep telefonuma 4060 dan bir mesaj düştü. Ankara 28nci İcra Dairesindeki … nolu dosyaya avukat bilmemkim dahil olmuştur. Birşey anlamadım. Genç avukat dostuma sordum. Araştırdı ve meğer kaybettiğim davanın SGK avukatlarına ait vekalet ücretiymiş ve mahkeme masraflarıyla birlikte (inşallah öyledir) 1.131 TL ödemem gerekiyormuş. Gittim TC Ziraat Bankasındaki hesabımdan ödenmesi için talimat verdim. Böylece günün devamında yazımın girişindeki gibi bir bedel ödemek yer aldı. Bunu peşin ödenen 16.000TL nın 24 ayda geri ödememin kredi faizi gibi düşünüp teseelli bulmaya çalıştım. Çok şükür ki bunlar dert edilecek şeyler değil. Sadece böylesi kimi ödemeler bana “cehalet primi”gibi geldiği için kendime yakıştıramıyorum. Ne yazık ki sistem ve hele hele bugünlerdeki “yargı yargıları” bunlardan çok daha ciddi konulardan bile beklentilerin olasılıklarını güçlendirmiyor; birbirine çok ters kararlar çıkabiliyor. Ülkenin geneline bakınca bugünün çekiç davaları, geçmişin bebek davaları ile insanların ömürleri kararıyor.
Bu yazımı ilk önce “şikayet keşfi” başlıklı yazmak istemiştim. Daha sonra dün akşam “Poyraz Karayel”de baba ile oğul Sadrettin arasında geçen konuşmadaki iki cümle “Gözağrısı vs Başağrısı” şeklinde bir değişime uğaradı. Sabah yürüyüşünde adanın yağmurla yıkanmış yeşillikleri ve mis gibi kokan Katırtırnağının sarı çiçekleri arasında Nezuş’a: “Neden gözağrısı bir sevincin ifadesi olarak olumlu da; Başağrısı bir üzüntünün dile getirilmesi olarak olumsuz ? Neden ?” diye sordum. “Sahi neden ?” Dizide Sadrettin babasına sitem ediyordu ve baba “Sen benin ilk gözağrımsın” dediğinde oğul “şimdi sadece başağrınım” dedi. Bu beni düşündürdü. Sonunda ikisi de ağrı ve aslında başın büyüklüğü yanında gözün duyarlılığı açısından gözağrısı sanki daha bir ciddi konbu gibi geliyor bana. Bunu düşündüm de yanıt bulmaya çalışmadım; şimdi da yanıt aramıyorum. Bu kendi içime sorduğum bir soru ve sorarken yanıt arama gayretinde değilim; belki yinelenen soru ile kendiliğinden bir iç ses oluşuverir… Tıpkı Mayıs 2005 de, on yıl önce Paris’in doksan kilometre kuzaeyindeki bir şatonun Ekvator ormanları gibi ağaçlıklı büyük bahçesinde yarım saatlik “Sezgi Yürüyüşü“ne çıkıp da kendimize sorduğumuz “Varlığımın nedeni ne ?” sorusuna yanıt aramamak gibi. Onyıl önce bu yolculuk ve ardından tutkuyla gelen öğrenilenleri öğretme yolculukları son on yılımda pekçok değişime, pekçok farklı bakış açısına neden oldu. Binlerce şükür.
Yazımı “Şikayet Keşfi” ile “Gözağrısı-Başağrısı” ikilime içinde şekillendirmeye çalışırken elektronik posta kutuma beni “koordinatör” olarak görüp yardım, destek isteyen bir açık talep geldi. CINOS’un üç evresinde de benzerini “yaz uygulaması” olarak yaşamıştık. Ben de TGIF (Thanks God It’s Friday / Teşekkürler Tanrım, Bugün Cuma”) bakış açısıyla destekleyerek karar vericilere ilettim. Savunmaya çalıştım. Somut olumsuzluk örneklerini dinleyince henüz tam kurumsal kurallara sahip olamamış “gelişmekte olan patron şirketleri”nde gereksiz sıkıntılar yaratabileceği fikrini yadsıyamadım. “Tampon” olarak “ikna” sürecinde azıcık rolüm olsun istedim. Görelim Mevlam neyler; neylerse güzel eyler. Önemli olan “postacıyı dövmemek” ve amacımızı “üzüm yemek” olması ve bunları yansıtacak geribildirimleri hızla ve dürüstçe verebilmek. Bu da bizim ellerimizde.
Dün günümü renklendiren bir başka olgu da sevgili Utku’nun paylaşımıyla geldi. YouTube’ta FEDx serisi sahne gösterilerine özellikle Elif Şafak’ın video filmi ile hayran kalmıştım. Hatta videokameramı laptopum önüne kurup montajlamada mesaj aktarmak için rerecod yapmıştım. Bunu bilen Utku genç beyin cerrahımız Prof.Dr.Talat Kiriş‘in Fedxİstanbul kaydının linkini bana göndermiş (https://m.youtube.com/watch?v=okup-d5rmOM).
İzledim. Not aldım. Önce hayran kaldım. Arada “Gezi Parkı” benzeri güncel iç gıdıklayıcı olgularla süslenen yerlerinde empati yakaladım. “Hayat Kısa” felsefesi çerçevesindeki iş ve eğlence örneklemelerinden etkilendim. Sevdiklerime gönderdim. Sonra düşünmeye başladım. Ülkemin koşullarında ve izleyici kitlenin beklentilerinin “gerçekçi” şekillendirilmelerinde sevgili İzgören‘in “TOMBUL” kavramında anlatılanların ne kadar motive ne kadar demotive edici olduğunda kuşkuda kaldım. Prof.Kiriş’in mesajlarıyla S.Covey‘in “Hayat Kısa. Öyleyse…” isimli üçbuçuk dakikalık video filmindeki “4L” den hangisinin daha güçlü mesajlar içerdiğinin kıyaslaması oluştu içimde. kararım yine “TOMBUL” laştırılabilecek hayallerle “Yaşamak, sevmek, Öğrenmek ve Miras Bırakmak” adına yönüm Bay Covey’e kaydı. Kendi kişisel örneklerinin (kuzey kutbunu kanoyla geçmek; üç ay sonra güney kutbuna gitmek) ülkemin gerçeklerinde hayalleri için bile olsa uçlarda oluşu bana özendirici hayallerden çok; umutsuzluk verici fanteziler gibi geldi. Ardından can sıkıntı başladı. Aynen kabul ediyorum şu sözlerini : “…Duvara toslamadan hayatın değerini anlamak ve … daha… daha lar uğruna...” yaklaşımına hak veriyorum. Her ne kadar kapalı geçse de “daha güçlü daha iyi” demek mi benzeri bir sorgulamasından güne döndü yüreğim “daha güçlü olan kasacıların, kutucuların, havuzlu kucakçılar aksine daha kötü olduklarına” çıpalandım kaldım. Bu nedenle ben yine C.Covey’in ister “Hayat Kısa” olsun, isterse “Çalkantılı Sular “olsun aydınlık yollar için prensipli öğretilerine daha fazla kulak vermeyi sürdüreceğim. / Ayakları İkisi arasındaki fark tıpkı doksanlı yıllarda CINOS olarak biz de “IPM/Entegre Zararlı Yönetimi” konusunu gündemimize aldığımızda yurt dışındaki bir yayın organında ilk kez gördüğüm bir İngilizce sözcük beni etkilemiş ve Mart 1993 de İspanya’nın Alicante şehrinde IPM konulu ülkem adına sunum yaparken odağıma yerleştirmiştim bu sözcüğü: de-mystified > Ayakları yere basan” demekmiş. O sözcük geldi Covey’in “4L” siyle Kiriş’in kutup anıları arasına yerleşti ve öz sorgulamam başladı: SMART‘ın “A” sını “Ambitious/Hırslı” dan “Achievable / Erişilebilir” farkıyla mutlu ya da mutsuz olmak… Bu konuyla ilintili bir sunumumdan (bulursam) yazıma kısa bir film eklentisi yapacağım.
Şimdi yazımın girişindeki kısa öykünün devamını getireyim: “…Yargıcın bu kararından sonra gülme sırası yargılanmakta olan hırsıza gelmişti. Genç avukatın yardımıyla takma kolunu çıkarttı, yargıca teslim etti ve öteki kolunu avukatın koluna sokarak mahkeme slaonundan ayrıldı“. Bu kısa öyküyü kitaplığımdaki “Bütün Dünya” nın Mayıs 2001 sayısından aldım.
“Hayal kurun ve en zor olanı hayal edin” derken hoca ben hayalden hedefe geçmek isteyenler için sevgili İzgören’in öğretisiyle kısa olan hayatta, hayatlarının izleyicisi olmak yerine oyuncu olmak, senaristi olmak ve yöneticisi olmak isteyenlere mutluluk adına “TOMBUL”laştırabileceğiniz hayallerle hep aydınlık yollarda ustalaşmanızı diliyorum.
Öykücü