Yaşam Büfesinde “Meccanen”

“…İri yarı boksör elinden tutup getirdiği cılız, sıska, cüce bir adamla karakolun kapısından girer. Komsere “Bu adam beni dövdü” der. Komser bir adama bakar, bir de iri kıyım boksöre ve gülmemek için kendini zor tutarken dayanamaz ve boksöre : “Sen onu neden dövmedin ?” diye sorar. Boksör sakince yanıtlar: “Ben parasız dövüşmem“…”

 

Merhaba

Kimilerine bakarsın o boy o posla adam sanırsın. Ne oldukları sıkıştıkları anda ya da sen zorda kaldığında anlaşılır. Çoğu Prof.Hardy’nin kitap adında olduğu gibi birer “Boş Yağmurluk“turlar. Para yoksa dayak yemeğe bile razıdırlar. Para herşeyin önündedir. Bunlardan dost bildiklerinizin kimileri tıpkı Brütüs’ün dikkat çektiği gibidirler. Hiç bir zaman göründüğü kadar gerçek dost olmazlar. Bunlarla kaybolan eşeğinizi aramaya kalktığınızda en bet sesleriyle durmadan türkü söylerler.

Yıllar önceydi. Balçova’daki ünlü bir otelin büyük toplantı salonunda kornişoncular ve etkileyicileri toplanmışlardı. Fransızca “hıyar” demek olan (sanırım) kornişoncular Ege Bölgesine yayılma aşamasındadırlar. Ne var ki sözleşmeli üretimde güven ver(e)medikleri için her yıl bir başka köye kaçıyorlardı. Onuncu köye geldiklerinde böyle bir toplantıyı gerek görmüşlerdi. Kürsüde bir dost hocamız ahkam kesiyordu. Kendisi aynı zamanda ünlü bir firmanın paralı danışmanıydı. Arkadaşım Murat, “on para için Serdar’ın kapısının önünde bekliyor” diye yadırgadığı görüntüyü aktarıyordu; yakıştıramıyordu. Akademik konumu gereği sahne şovunda “çok ve gereksiz ilaç kullanılıyor” diye şikayet ediyordu. Kemalpaşa’daki Ziraat Bankasındaki zirai krediler görevinden istifa edip kısa sürede iki büyük şirket kuran rahmetli Memduh dayanamadı sordu: “Hocam doğru olan ilaçlama programını versen de öğrensek” diyerek ayağa kalktı. Hoca gayet sakin “Fakülteye gel anlatayım” oldu.  Parasız dövüşmüyordu. Fakülteye gittiğinde çok daha yoğun bir ilaçlama programı veriyordu. Her zamanki gibi talkım ve salkım farklı kişilere dönüktü. Kendisini izlerken oturduğum yerde kendime baktım. Sağımda Enstitüden kırk yıllık dostum Ayhan, sol yanımdaki ikinci sandalyede hıyar mildiyösü hastalığına karşı kullanılan ilaçlardan en büyük rakibim olan İsmet (Yamalı) oturuyordu. Aramızda, hemen sol yanımda adını şimdi tam anımsayamadığım bir hanım meslektaşım vardı. Pekçok erkek meslektaşımdan daha başarılı, daha hırslı, daha aktifdi. Ödemiş’e odaklanmıştı. Bin dönüm sözleşme imzalamıştı. At üstünde dolaşır tüm ekilişleri hergün izlerdi. En başarılı olan üreticisine bir televizyon armağan edeceğini duyurmuştu. Böylece satışta promosyonu kendi koşullarında etkili olarak kullanıyordu. Şimdi soyadını anımsadım: Çarkacı idi ve bir süre sonra ABD’den gelen dostumuz bir hoca ile evlenip kısa süreliğine de olsa Momol olup Antalya’ya yerleşmişti. Üzerimden kırmızı tulumu hiç çıkarmadığım o günleri dün gibi anımsıyorum. Bütün bunları neden anlattım ? Babamdan ve Soma’dan kalmış olan çocukluk anılarımdaki bir sözcüğe dikkat çekebilmek için bunca dolgu maddesi.

Biz taşra çocukları (ellili yıllar Türkiye’sinde) sanırım biraz sınırların ötesinde deneyimler yaşadık. Çoğu da sokak çocuğu (out doors) olmamızdan ve her dönemde olduğu gibi büyüklerin sözlerinden etkilenmekten olsa gerek. Bugünün çocukları odalarda (in doors) sanal ortamda elektronik oyunlarla tek başlarına akıllarını geliştiriyorlar. Biz ise o günlerde sokağın tozu toprağında yaşayarak öğreniyor ve öğrendiklerimizi kullanıyorduk. Arkadaşımıza bir meşe ya da boncuk uzatıp “ister misin ?” dediğimizde hemen “bedava mı ?” karşı sorusunu alırdık ve yanıtımız biraz acımasız olurdu. Hoşgörünüze sığınıyorum. Aynen şöyle derdik “anan babana bedava vermiyor; ben neden vereyim ki“. Böylece arkadaşımızı tongaya düşürmüş olmaktan zevk alır ve gülerdik. Bu yanıta bir de el kol hareketi ekledik mi daha bir keyifli gelirdi bu diyalogun acıtıcı sonuçları. İşte bu “bedava” sözcüğünün özellikle esnaf arasındaki, iş amaçlı karşılığı “meccanen” idi. Ücretsiz, bedava demek olan bu sözcük belki de bir satış sürecinde müşteriyi ikna etmek için ulaşılan bir aşamaydı. Tıpkı SSTC deki sipariş tekniklerinden biri olan “teşvik vererek sipariş sormak” gibi; tıpkı bunu “mal fazlasıyla” somutlaştırmak gibi. Ne var ki benim de işlediğim “GAT Dünyası” düşüncesinde “bedava peynir fare kapanında bulunur” sözünü yaygınlaştırmaya çalışanların güncel amacı her eyleme, her yardıma bir bedel biçilmeye çalışılmasıdır. Böyle olunca da odalarda sanal alem arkadaşlıkları sokak arkadaşlıklarından daha mı iyidir acep bugünün çıkarçı dünyasında…!diye aklım karışmıyor değil…

Bir yanda parasız dövüşmem diye boksör benzeri hocalarımız, diğer yandan meccanen sahip olmaya çalışan 3M lik (Müsrif / Mutsuz / Miskin) genç bir nesil ve başımızdaki “Kör Çoban”…Sahi Allah neden bizim başımıza böyle bir “Kör Çoban”gönderdi ? 

“… Liderlik rolünü üstlenen dürüstlükten tamamen yoksun kişiler kör çobanlar gibidirler. Onlar kötü liderler değildirler. Çünkü onlar asla lider değildirler. Onlar yanlış yollara götürenlerdir. Vah işleri onlara kalmış olan halklara ! Bir İbrani atasözü şöyle der: “Tanrı sürüyü cezalandırmak istediği zaman onlara kör bir çoban gönderir…” John Adair’den kısa bir alıntıydı.

İki gün önce nihayet yirmi yıllık su borusunun geçtiği yer değiştirildi. Üçüncü kez patlayınca boru, halimize acıdılar ve bir aydır bekleyen yarım saatlik bir iş yapılıverdi. Hem de adamın yüzündeki sineği kovalamak için tabancayla kurşun sıkmak gibi anlamsız artırılmış bir güçle. İki teknik araç geldi. Bir de tır. üzerinde küçük kepçe ve rampadan indirildi. Tüm bunlar için üçü şoför ikisi amir toplam sekiz kişi. Yapılan iş iki metre parke taşı kaldırmak; boru eklemek ve sayacı yeni yerine takmak. İki kişinin yarım saatte yaptığı iş. Üç araçla, sekiz adamla ve yarım günde bitirilen bu işe bakınca o kuruma beşyüz kişi daha alsalar bile yine de patlayan borulardan akan su camiyi aşmadan denize ulaşmadan, muhtar on kere telefon etmeden gelip yapılmaz. Yazıklar olsun bize ki başımıza kör çoban gelmesi işte bu müsrifliklerle, hem de mutsuz miskinlerle hak ettiğimiz bir cezadır.

İşte tam bu noktada oniki sene önce İsviçre’de Basel’dan otuz kilometre uzaktaki bir taşra kasabasında (Reinfelden) katıldığım bir “Gıda Değer Zinciri Toplantısı”nı anımsadım. Yağmurlu bir sabahtı. Toplantının başlamasına bir saat vardı. Sokağa çıkıp etrafa bakındım. Üniformalarını giymiş dört temizlik işçisi ve başlarındaki bir amir hepsini toplamış ve günlük iş programını anlatıyordu. Onları izledim. Herkes ciddiyetle dinliyordu. Amirleri anlatıp yaprakları bir yere toplamak için hava üfüren araca bindi ve işine başladı. Diğerlerinin herbiri sorumluluklarının bilinciyle yollara dağıldılar. Kimisi ellerindeki aletlerle düşen yaprakları topladı. Kimisi torbaladı. Aracın üstündeki aktif çalışan amirleri kimin ne yapacağını, performansını biliyordu. Belli ki “cross-training” ile neleri ne kadar beklediğinin bilincindeydi. Belki de  bizimkisi, sekiz kişi ile iki kişilik iş yapmak, bizim için doğru olanıdır. Yetmiş milyon olmanın kalabalıklığıyla birilerine bir iş sağlamak için iki kişilik işe sekiz kişi göndermek belki de şişkin sistemin doğal bir yansımasıydı. Bari açtıkları iki metrelik yol kenarından çıkardıkları parke taşlarını düzgünce yerlerine koyma becerisini gösterselerdi. Ne gezer !

Herkes, her millet hak ettiği çobanı, hatta kör çobanı buluyor. Böyle olunca da ortaya çıkan sonuç o ülkenin karnesi oluyor. Bu nedenle İsviçre dakikliğiyle saatin sembolu; biz de tekmelettin tokatlıyanla madenlerde kararan yüzlerin ve yüreklerin ülkesi oluyoruz. Devir değişse de İsviçre zemberekli saatten dijital Swatch’a geçerken saati zaman göstergesi olmaktan çıkarıp özellikle erkekler için bir ziynet eşyasına dönüşdürüyor ve başarılarını kesintisiz sürdürüyor. Biz ise adına “vargel” dediğimiz havai hat yerine Arşimed Vidasıyla ya da yürüyen bantla görünüşü değiştirsek de madenlerdeki ölüm oranlarını azaltamadan hatalarından ders almamış, kör çobanların peşine takılmış sürü olarak bildiğimiz yollarda ilerlemeye çalışıyoruz.

Yirmidokuz yıl önce Les Barges’daki uygulama çiftliğinde onaltı günlük aplikasyon teknikleri eğitimine katıldığımda ilk kez uçakla ilaçlamanın arka planındaki hesaplamalara, ciddiyete, duyarlılığa hayran kalmıştım. Hava durumundaki aksilikler bile programı aksatmamıştı. Onaltı yıl çalıştığım Enstitümde bunları görmemiştim. Dönüşte anlatma hevesiyle Enstitüye koştum. Hem de “meccanen” ve gönüllü olarak. Rahmetli Dr.Saydam’a anlattım. “Hayır” demedi ama hiçbir zaman da yapmama izin vermedi. Sanırım özelin kamuya üstünlüğü gibi bir durumu yetersizlik algısı açısından uygun görmedi.

Bugün Seyir Tepelerinin kontenjanından yazdığım bu yazımda genel bir dağınıklığın farkındayım. Bugün bir programım vardı. Beklentilerim vardı. Sessizlik sürecinde hiç beklenmeyen bir sorun yaşandığını geç anladım. Kimi “küçük şeyleri” dert edinmemek gerektiğini ikinci kez gelen bu uyarıyla sıkılarak anladım. Şöyle bir silkelendim. İstanbul’daki iletişim bozukluklarına, geri dönüş için yakılmış gemilere ve bunlara ek olarak benim çok kez yaptığım bir kişisel hatanın iş yaşamındaki ürpertici sonuçlarının olasılıklarını dert ederken birden gelişiveren sıcak bir gündem alarm çanlarının sesini yükseltti. Tüm zorlukların orta yerinde mutlu olmaya çalışan insan aklın gerçek potansiyelini daha iyi görebiliyor. Bunun için düne ait yazılı iletişimden bir pasajı paylaşmak istiyorum:

“Kerem selam kardesim,
Tarzini / samimiyetini / is kaliteni biliyorum keza 15 yildir da birlikte calisiyoruz, Dolayisiyla musterihim. Hata besere mahsus. Gerekli tedbirlerin alinmasi kafidir. Kolay gelsin, Iyi pazarlar
OB….”

Bir mesaj bu kadar mı güzel olabilir ! Bu kadar mı hoşgörü yansıtabilir ! İşte gerçek dostluklarla “fire-wall”u güçlendirilmiş inanç bu olsa gerek ! Bu devirde hem de uzun vadeli alıcı-satıcı ilişkisinin hem de anlamsız bir hatanın sıcağında böylesi “karşılıklı kazanma” ile pekiştirilmiş bir ilişkiye sahip olması “bravo doğrusu”. Her kula nasip olmaz; kolay da oluşturulmaz. Bu bir güven ve dürüstlük sonucudur. Kutlarım. Dayanamadım ve ben de bir teşekkürü/takdiri borç bildim. “OB” kimdir ? bilmem. Girişimim gereksiz görülebilir ve belki de SSTC nin temel prensibi olan “ignore negatives / olumsuzu duymazdan gel” uyarısıyla sessizliği yeğlemem gerekirken dayanamadım ve ben de yazdım:

“…Merhaba OB Bey,

 “Biz, Netdirekt olarak tüm internet servislerinde kesintisiz kolaylık sağlarız.” diye sektördeki varlığımızın anlamını yüksek sesle ifade etmeye çalışırken kimi zaman zayıf halkamızı göremiyoruz. Şimdi bir kez daha anladım ki “ayna olmazsa yüzümü, dostlar olmazsa özümü göremem” sözü çok haklıymış. Yaşanan böylesi bir olayda, aşağıdaki kısa iletinizdeki mesajlara hayran kaldım; özellikle hata yapmanın insanın doğal bir defosu olmasını belirtmeniz gibi. Teselli edici hoşgörünüze teşekkür ediyorum. Bu arada “hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür / insan belleğinin unutma hastalığı vardır” sözünü de anımsıyarak Netdirekt’te hemen “yazışma teknikleri” konulu bir öğrenme yolculuğu başlatmak istiyorum. Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz hep aydınlık olsun.                                                                  http://www.copcu.com/wp-content/uploads/2008/12/cv-mc-2013.pdf …”

ve yine geldik mi Kerem’in 23.05.2013 de Teknoloji Zirvesi-Fark Yaratan Şirketler Panelindeki kapanış, değerlendirme bölümündeki sözlerine “hiçbir emek boşa gitmiyor ve emeksiz yemek olmuyor”. Bu sahneyi yazıma kısa bir film olarak ekleyeceğim. Netekim (sözün sahibine Allah rahmet eylesin) hafta sonu tatilinde anında gelen yanıt daha bir güzeldi.

“…Mustafa bey Merhaba,
Anlamli mesajiniz ve paylasiminiz icin cok tesekkur eder, sevdikleriniz ve sevindirdiklerinizle birlikte keyifli ve saglikli gunler dilerim.
Selam, Sevgi ve Saygilarimla, OB…”

Birgün mutlaka OB beyle tanışmalıyım. Hani Almanların bir özdeyişi var: Glück und unglück / Şanssızlık içinde şans“. Benimkisi de o hesap. Hatalardan öğrenmek ağır bir bedel; öğrenmemek ise çok daha ağır. Şükredecek çok şey var. Başımızdaki çoban kör olsa da; kutucular, kasacılar, saatli havuzcularla kucağa oturtmak için kimilerinin salyaları aksa da yine de meccanen öğretenler, karşılıklı güveni sürdürenler, doğru için uğraşanlar, emeğe saygı duyanlar var oldukça umutlarımız sürecektir. Birgün mutlaka ülkenin üzerindeki bu kara bulutlar gidecektir. Ellili yıllarda bir film afişi anımsıyorum. Şöyle yazıyordu: “The Sun Also Rises/Yine Güneş Doğacak”.

Sağlık ve esenlik dileklerimle güneşin yükseldiği yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü