“…Bilgeye gelen genç “Avucumda bir kelebek var; ölü mü diri mi ?” diye sorduğunda…Gandhi Hintli kadına “Üç hafta sonra gel” dediğinde…Hz.Musa susuzluktan kırılanları “Hendekler nerede ?” diye sorguladığında…F2 lerin finalinde “Kızılcabölüklü ziraatçı Şahin bizim otobüsümüzde neden yok ?” diye konuşma halkasında yanıtları almaya çalışırken… Parlayan gözlerde benzerliklerinden umudum yüksekken yirmi yıl “Al atını gör tımarını” diyerek mücadeleden vazgeçip aynı kaderi paylaşanlara “Madem ki kadere inanıyorsun o halde yolun karşısına geçerken neden sağına soluna bakıyorsun ?” sorusunu acı bir gülümseme ile sorarken “Psikopat/Eksantrik Liderliğe” takılı aklımla yetmişbiri ortalıyarak yaşam gölünün karşı kıyısına kulaç atmayı sürdürüyorum …”
Merhaba
Çeşmenin Eylülü her zaman mükemmeldir. Sabah yürüyüşleri daha bir güzeldir. İnsanlar azalmıştır. Üzerleri çiğli incirlerden (bardaçık) birer tane koparıp adaya doğru yola revan olmak rahatlatıcıdır. Sabah ezanı geç okunmaktadır. Ardından uzunca süren Nezuşun dualarından sonra yürüyüşe çıkmak dinlendiricidir. Cango eşlik eder. Denize taş atılır. Yürüyüş biter. Deniz başlar. Ben sadece ıslanmak için girerim. Sandalyemde bazen ufka dalar giderim. Çoklukla elimde birkaç kitap olur. Çatıdan seçtiklerim ve tekrar tekrar okuduklarımdır. Güncel yüklenişlerimle bir kez daha okurum. Tekrar okurum. John Adair‘in “Lider“ini okurken; sayfaları arasına kalemi bırakır ve Dr.Cihanser‘in “Lider“ini elime alırım. Sayfalarına bakarım ve altı yıl öncesinden kırmızılı notlar görürüm.
“…02.06.2009/ Ne gündü be ! Neyin bedeliydi ? Tarihin tezgahında tekrar tekrar kaderimizi dokuyoruz ve bir de bakıyoruz ki…Gönül yüceliği ile değil de para gücüyle edinilmiş dostluklar borç alınmıştır…” yazmışım; işaretlemişim. Düne kadar can ciğer kuzu sarması olan İpekgillerin bugün terörist ilan edilmesine, Bergamadan uzanan ve hesaba kitaba sığmaz büyümenin ardındaki altıncılığa, ülkemin parsel parsel yutulmasına baktığımda ürperiyorum. Avucumuzdaki kelebeğin ölü ya da diri olmasının kaderi sadece bizim ellerimizde; anladık da ya bizim kaderimiz ! Yolu bodoslama mı geçelim yani ?
Sabah yürüyüşlerim hergün güne başlarken bir iç hesaplaşma ve tıpkı Sydney Pollack‘ın dediği gibi: “…Her zaman kafamda bir monolog veya diyalog oluşur. İnsanın beyni dinamik ve sürekli çalışan bir organ olmanın ötesinde insanın kendini tanıması için devamlı gayret gösterir ki bu da ancak kendisini yargıladığı, kritik ettiğinde olanaklıdır. Bunu da dışarıdan gelen etkileri kaldırıp kendi içine döndüğü, kendi ile başbaşa kaldığında yapar…” der Pollack. Kendimle başbaşa kalmanın en etkin şekli çatıya çıkmaktır. Yazın zordur. Sıcaktan zordur. Duru’dan dolayı zordur. Duru’nun en sevdiği yerdir çatı. İrem için de öyleydi; hoş hâla da öyle… Ne buluyorlarsa ? Oradaki bilgisayarda montaj filmlerimi izlerler. Ses ve ışık için mükemmel bir yerdir çatı. En çok izledikleri de 2006 Antalya beraberliğimizde (henüz Duru ve İrem dünyaya gelmemişlerdir) çektiklerimden montajladığım “haydi uzat elini bak gün doğmakta ufuktan” fon müzikli havuz sefasıdır. “BE” ikilisinin altı yaş güzellikleri hakimdir. “Y Kuşağımız“ın çocuksu eğlenceleri baskındır. Her neyse ! Kendinle başbaşa kalmak için çatı idealdir. Ancak yalnız olabilirsen ki o da Eylülden sonra olanaklıdır. Bu nedenle yaz boyunca benim kendimle başbaşa kaldığım ve düşüncelerimde, düşlerimde günü şekillendirdiğim zaman sabah yürüyüşleridir. Her koşulda ve sadece Nezuşun inanç ve ısrarıyla aksatılmadan süren sabah yürüyüşleri ile Gandhi misali “Medicine cura te ipsum / Doktor sen önce kendini iyileştir” mesajıyla örnek olsak da ve üç ay sonra gelmelerini istesek de olmayınca olmuyor…
Yazı aynı yazıdır. İkinci versiyonuna üç anahtar sözcük/tümce aynen yerleştirilmiştir. Karar vericiye götürecek olana göre bu iş tamamdır. Cumartesi akşamı gelen telefon mesajı “mutlu haber”dir. Keyifler gıcırdır. Pazar sabahı küçük tekne sahile çekilirken gelen haber şaşırtıcıdır. Yazı aynı yazıdır. Algılar değişmiştir. Görünenin ötesi yorumlara kalmıştır. Öfke oluşmuştur. Huysuzluklar öne çıkmaktadır. Telekonda sesler titrer; sözcükler sertleşir. Eylüle geldik; telleri gerdik; fincanları yeniledik; testleri tamamladık. Herşey tamam derken gaipten bir ses “Hendekler nerede ?” dedi. Şaşırdık. Bize göre hendekler de hazırdı. Meğer değilmiş. Çünkü telefonun diğer ucunda hâla “Loosing faith/İnancı yitirmek” söz konusuymuş. Bu med-cezirler bizi kahrediyor !
Kendime bu kadar bakmak yeter. Şimdi kendimden azıcık uzaklaşayım. Ülkeme, bugün palasında palasını bileyene, savaşa ve açık oynanan ayak oyunlara bakayım. Korkularım çok. Her iki seçenek de korkutuyor. Bununla ya da bunsuz; devam ya da tamam… Bulgar atasözüne inanıyorum: “Çoban kaybolursa sürü de kaybolur” diyor. Haklı. Libya ve Irak’a bakıyorum ve Kaddafi’siz ve Saddam’sız hallerindeki son durumdan ürperiyorum. Bektaşinin iki şarap şişesinden birini tattıktan sonra “Ötekisi daha iyi” dediğinde “Tatmadın ki !” sözlerine yanıtı olan “Bundan kötüsü olmaz” sözüne inanıp inanmamakta gelgitlerim var. Çünkü beceriksiz 292 nin kurnaz 258 karşısında düştükleri acze bakınca buna şükretmek gerektiğine, diğerlerinin bizi kaos eşiğinden hemen kaosa geçireceklerine mutlak gözüyle bakıyor oluyorum. Aklım karışık. Ya umutlarım…
Martin Luther King, öldürülmesinden bir gece önce “…Bundan sonra bana ne olacağını bilmiyorum. Önümde zor günler var ama sorun değil. Çünkü dağın zirvesindeyim. Umurumda değil. İlahi olarak dağın zirvesine çıkmama izin verildi. Aşağı baktım ve vaad edilmiş ülkeyi gördüm. Oraya sizinle gidemeyebilirim. Ancak bu gece bilmenizi isterim ki bizler insan olarak vaad edilmiş ülkeye ulaşacağız. Hiç kimseden korkmuyorum, gözlerim zaferi gördü…” Ya beslenen ego geliştikçe disipline edilmezse neler olur ? Rönesans devlet adamı Makyavelli‘ye kulak veriyorum ve…
“…Herkesin sadece kendi çıkarına çalıştığı bu dünyada liderlik yapmak isteyenler savaşmak zorundadırlar. İster yükselme yolunda daha güçlü olmaya çalışsınlar, ister zirvede iktidarlarını korumak ve genişletmek istesinler hep bir mücadele içinde olurlar. Bu nedenle liderler ve lider adayları iyilikten çok kötülüğe yakın olduklarından acımasızdırlar. Acımasızlık kişilerin ve yarattıkları kurumların sınırsız hırsından kaynaklanır. Başkalarına saldırmaları önce kendilerini korumak içindir; sonra hırsları için savaşırlar. Amaç güç elde etmektir. Bu da başkalarına hükmetmekle olur ve kazanırken alınan büyük keyif bağımlılık yaratır. Sahip oldukça daha fazlasını isterler. Yine de asla doyuma ulaşmazlar. Bu yüzden insanların en güçlü olanları bile doyumsuzdurlar. Sonsuza kadar ortadaki güç ve servete sahip olmakla yaşayacakları yanılgısını aşamazlar. Kimse savaşı ortadan kaldıramaz ve onun korkunç pençesinden kurtulamaz. Bütün insanlar kötüye daha çok meyillidirler. Fırsat ellerine geçtiğinde akıllarındaki kötülüğü daima ortaya koyarlar…Halklar hükümdarlardan daha erdemlidir. Ahlakını kaybetmiş asi bir halk iyi bir adamın etkisi ve ikna gücü ile kolaylıkla iyi davranışlara yönelebilir. Ama aynı şeyi yoldan çıkmış bir lider için söylemek zordur…
“Bu nedenle gönül yüceliği ile değil de para gücüyle edinilmiş dostluklar borç alınmıştır”. İşte birbirine düşmüş eski dostlar. Duru durup durup hepimize soruyor: “Eski sevgiliden dost olur mu ?“. Üç yaşın güzelliğinde bu ne akıl bu ne cingözlük Yarap ! Allah nazardan korusun. Bugün Altınyunus’tan Teos’a uzanırken biraz önce telefonla FlyInn karşısından arayan güzel ses ; yarın Kuşadası’da demirleyen ve çarşambaya Levent ve Flamingo’ya dönmek üzere Seyir Tepelerinde Çeşme Eylülüne veda edecek olan “Y ve Z Kuşağımıza” sağlık ve esenlik diliyoruz. Onların bugün “dar alanda paslaşmalar” şeklinde çıktıkları deniz yolculuğunun aralarında var olan güçlü bağları “esneklik, hoşgörü ve uyum” odağında güçlendireceklerine inanıyorum. Bunun da hızlı büyüyen işlerinde beklenti dışı gelişmeleri yönetme, zorlukları aşma gayretlerini daha güçlü kılacağına eminim.
Bu kadar mı ?
Aklımın yuvarlak masa toplantısında ya da konuşma halkasında uzunca süredir sözünü tutmayan, sıkıntılarına yardımcı olmaya çalışanlara karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen ve dengeyi bozan Sİ/BE ikilisini için gerekli hukuki önlemleri almalarını sağlamak da gelgitlerimde ve bu konuda söz sahibi olmadığım halde. Çok bilinen sözdür beni sabah yürüyüşlerimdeki diyalogumda olumsuz etkileyen “kıyakçılığın sonu ayakçılıktır“…Bu konuyu da diğerleriyle birlikte SMART‘a göre gündeme almalıyım. İşte Eylül hüzünlerim ve aslında yetmişi aşıp da L4’e inanan (Leave A Legacy / Bir Miras Bırakmak) birisi için katkı sağlamak isterse mükemmel konular… Birkaç gün önce gecenin ilerleyen saatlerinde törensel bir sofranın mutlu ambiansında telefona sarılıp da “19/20 Eylül için Karadeveciyi arayan heyecanlı girişimler” ertesi gün unutulup gitse de önemli değil. Önemli olan “beklenen/elde edilen dengesi”nin mutsuzluk yaratmamak için yönetebilmek. Biraz esneklik, azıcık hoşgörü, bir tutam uyumla sevgi herşeye yetiyor. Ondokuz eylülde tam elli yıl olmuş olacak “Copculaşma Hareketi“nin ilk adımı. Bugüne bakınca, yarınların umutlarıyla yoğrulunca ve C13 beraberliğinde Pakgiller, Mestgiller ve Netgillerle gurur duyunca, başarılarından keyif alınca daha ne ister insan !
Nice elli yıllarda benzer mutlulukları yaşaması dileklerimizle “Y ve Z Kuşağımıza” sağlık ve esenlik, aydınlık yollarda yaşam ustalığı diliyoruz.
Öykücü