“…Tencereyi SEVGİ ile karıştır. İYİMSERLİK ile yönet. VİZYONU paylaş. GÜVEN oluştur. Boşluğu olumlu İLETİŞİM ile doldur. Büyük bir ölçü ŞEFFAFLIK ve GERÇEKLİK kat. BAĞLI İLİŞKİLER kur. İLHAM, TEŞVİK, GÜÇLENDİRME ve YÖNLENDİRMEYİ birleştir. TAKDİRLE donat. TUTKU ile ısıt. Hepsini BİRLİK ile biraraya getir…Büyükannem yemek yapmayı severdi ve yemek ile sevgi onun için herşeydi. Yemek yaparken sadece bir yemek yapmış olmuyordu. Kalbindeki sevgiyi dışa vuruyordu ve bu sevgiyi bizlerle paylaşıyordu. Onun yemeklerini yediğimizde biz de onun sevgisine karşılık vermiş oluyorduk. Ve kim yaparsa yapsın, hiçbir çorba onunki kadar lezzetli değildi. Farkı yaratan onun sevgisiydi…Tencereyi karıştıran kişinin tencerenin içindekini etkilediğini keşfettim. Bazı şarap uzmanlarının yalnızca şarabı tadarak üreticisinin kişiliğini belirleyebildiklerini öğrendim. Farklı şefler aynı tarife ne kadar dikkatli uysa da, sonuçta ortaya çıkan yemek her zaman biraz farklı oluyordu. Çünkü tencereyi karıştıran kişiyi tencerenin içindekinden ayıramayız...”
Merhaba
Birkaç gündür Utku soruyor “Mustafa hocam Ekim ayına ait yazınız ne zaman çıkacak ? Hani önceki yazınızda ipucu verdiğiniz, bahsettiğiniz BHN Üçlüsü ne zaman açıklığa kavuşacak ?”. Bu sorular ve arkasındaki ilgi hoşuma gidiyor doğrusu. Blogumu tek bir kişi bile izliyor olsa yazmaya değer diye düşünüyorum. En azından özümle dertleşmiş oluyorum. Bu da bana yetiyor.
Çeşme’de hava bu sabah biraz limoni olsa da mevsim güzellikleri aynen sürüyor Bugün ilk kez denize girmedim (güneş çıkınca yazıma ara verip Nezuş’u denize götürdüm. Orada yazmayı sürdürdüm. Armağan izne çıkmış. Adabalık yıkılıyormuş. Nazar değdi. Ya da başka şeyler değdi… Kimbilir !). Ben şahsen bulutlu havaya güvenemedim ve denize girmedim (aslında itiraf etmeliyim ki hata etmişim). Ada yürüyüşü ve kahvaltı sonrası zaman kalınca yazmaya başladım. Çünkü dün gece kafamda bir çerçeve oluştu. “Uzun Kuyruk” kitabını ikinci kez hatmetmiştim. Yine de “Uzun Kuyruk” kavramıyla ve acaba bu düşünce tarzının bir yansıması olan terörün son zamanlarda aldığı şekli mi ele almalıydım yoksa ikinci el kitap pazarını mı ? bu ikilemi aşamamıştım ve kararsızlığım sürüyordu, ta ki dün günü geceye bağlarken elli dakikaya varan bir telefon görüşmesinden sonra aklım netleşti. Mesajlarımı birkaç grupta topladım. Yine karışık vereceğim. Meraklısı seçip alsın ve özümserken, içselleştirirken biraz zahmete girsin. Çünkü “no gain without pain / acı yoksa kazanç da yok” veya “quae nocent docent / yaralayan şeyler öğreticidir” sözleriyle araya biraz sos serpiştireyim. En basitinden bizim çiftçilerimiz bedava verdiğin en değerli hizmete bile inanıp uygulamıyor. Uygulamak için önce para vermeleri, bedel ödemeleri gerekiyor. Ancak o zaman değer buluyor gayretlerin. Burada da bedel biraz emek ve inancın işareti olarak ayıklama zahmeti olsun.
Ne kadar zahmet ?
Sevgili Ercan’ın kulakları çınlasın. Yirmi yıl önceydi. İkimiz de bölge müdürüydük ve TKK nin ihalesinde ciddi iki rakiptik. Yıllık ihalede karşılıklı bakışıyorduk. Meslektaşım sevgili Kütahyalı’nın da kulakları çınlasın; o da Koruma’nın bölge müdürü olarak ihaleye katılmıştı. Ancak teminat mektubunda bir sıkıntı vardı ve biz, hepimiz rakip olmamıza rağmen sıkıntının giderilmesi ve onun da ihalaye katılması için beklemeyi kabul ettik. Kalabalık bir gruptuk (otuzu aşkın). Bekleme süresinde vakit geçirebilmek için fıkra anlatmaya başladık. Ben her gördüğünüze inanmayın; o kadar saf olmayın ve görünenin ardındaki gizli mesajı anlamaya çalışın ana fikri olan Temel’in camide namaz kılarken öndeki adamın cebinden dökülen altınları toplarken imamın yaklaşımına ait fıkrayı anlatmış ve finalinde de el hareketinin mecazi manasını açıklamasında Temel’in son sözlerinin “Allah’ın evinde …. yapacak değildim ya hoca efendi” deyişi ile grubu neşelendirmiştim. Sevgili Ercan da otobüs muavinin su isteyen yolculardan bunalıp da en kibar olanının “zahmet olmazsa bir su verir misin ?” sözlerini üzerine patlamasını ve “Zahmetin a…. k…..Al iç suyunu” deyişi ile ihaleye katılan grubun algısının sınırlarını test edişini anımsıyorum. Yaşamda her an biraz zahmet lütfen.
Çorba yapmakla şirket yönetmek arasında nasıl bir benzerlik olabilir ?
Yazımın girişindeki anlatım “Enerji Otobüsü” kitabının yazarı olarak ilk kez kitaplığıma giren Bay Jon Gordon’un “Çorba” isimli bir diğer kitabından. Beş yıl önce “Soup-A Recipe to Nourish Your Team and Culture” adıyla John Willey tarafından yayımlanan kitaptan birkaç kopya almışım 2012 de İzmir baharını yaşarken (07.04.2012 / Çeşme). Kitabın birinin içine bir film montajlayıp koymuşum (20.04.2012) ve Manisa’ya gidip hedef kişiye vermek üzereyken bir telefon almışım ve mesaj aynen şöyleymiş “…Görüşmelerimiz bir zaman kaybı; dipsiz kuyuya atılan taşlar gibi bir fayda türetmiyor. Bu nedenle bitirelim…”Teklif bana da uydu. Çünkü inanıyorum ki “öğretmen öğrenci hazır olduğunda gelir” ve anladım ki onlar henüz hazır değil; hendekler kazılmamış ve kızıl denizlerde çırpınırlarken “hızlı kazanımlar uzun vadeli yatırımların önüne geçmiş“. Sağlık olsun. Çorba karıştırıcının özelliklerini alacaktır. Başka türlüsü olamaz. Böylece kitap ve cd kitaplığımda siyah hediye poşeti nylon torba içinde kalmış. Dün akşamı geceye bağlayan yemek sonrasında elli dakikaya varan telefon konuşmasında baktım ki aradan üç yıl geçmiş ve aynı sorunlar kümesi otoritenin canını sıkmakta. Etkililik süresini aşan o konuşmanın amacı sadece sohbet etmek miydi; yoksa satır aralarından mesajlar cımbızlayıp özümseyip grubuna aktarmak mıydı, ya da benden katılımcı bir beklenti içinde miydi ? anlamadım. Anlamak da istemedim. Ben bu filmi daha önce de gördüm. O zamanlar altmışla yetmiş arasında yaşam gölünün karşı kıyısına kulaç atıyordum. Şimdilerde ise yetmişi aşınca kalan sınırlı zamanları Çeşme’de ya da Mavişehir’de eşimle, çocuklarım ve torunlarımla birlikte geçirmek ve eşime sarılıp yatmaktan öte bir isteğim yok plan ve programlarımı belirleyen. Bu çorbaya bir de Netgillerin Yunt Dağında sabırsızca dönmeyi bekleyen kanatları düşünüp acı acı gülümsedim.
BHN Üçlüsü ne demektir ?
İşte bu düşüncelerin ağırlığı ve internetin sınırsız BİT (BHN nin “B”si) leriyle kendi NİŞ (BHN nin “N” si)lerimde keyifle dolaşırken beklentim Bay Covey’in “Dördüncü L” sinden başka bir şey değil: L4 (Leave a Legacy / Bir miras bırakmak). Bu düşünceler gerçekten ağır basınca kuyruğun baş kısmındaki yoğun rekabetin yakıcı etkilerinde çırpınan, azdan mutlu olmayan ve hatta zaman zaman “rabbena hep bana” diyen düşüncenin taşında öğütülenler arasında olmamak için HİT(BHN nin “H” si) uzak durmaya özen gösterdim. Üç yıl önce de aynı gruba ayda bir ya da iki gün ayırırken de aynı amacım vardı. Konu para değildi. Konu aynı yollarda geçen kırk yıldan damıttıklarımla iş başında öğrenme yolculuğu idi. Buna da “2P” yani “Sabır ve Sebat” ya da “İnat ve Israr” gerekiyordu. Olmadı. Sağlık olsun.
Yazımın girişindeki öykünün kırmızılı kısmı da Bay Gordon’dan ve bana İrem’i anımsatıyor. Aradan uzunca bir zaman geçecek ve İrem kendi öyküsünü yazdığı yirmili yaşlarında babaannesinin çorbasını ve özellikle “Kulak Çorbasını” düşününce aynı sözleri söyleyecek. Sadece İrem değil tüm Copcularda aynı sözler dile dökülecek ya da bir iç çekişle hissedilecek. Eylül içindeki bir Çeşme supper’ında (akşam üzeri gün kararmadan başlayan ve zenginleştirilmiş menü ile dinnerdan farklı olmayan bir akşam üzeri kahvaltısı diyeyim ben buna) servis tabaklarının üstünde çorba kaselerini görünce grubumuzun hepsi bir ağızdan “Kulak çorbası mı var ?” demişlerdi. Yoktu; o gün menünün kase bölümünde fırında kuru fasulye vardı. O da en az Kulak Çorbası kadar karıştırıcısı olan Nezuş’u yansıtıyordu: Sevgi, inanç ve ısrar. Daha ne ister insan…
Sessizleri yazmadan BHN (Bahane)nin “BİTHİTNİŞ” olduğunu anlamak ya da yine CINOS‘tan hemen sonraki aktif dönemde, HDB (HaveDoBe > Hadibe) den BDH (BeDoHave> Bidaha) a dönebilmek için tek gereken şey “Güven ve Tutku” idi. Güveneceksin, gözün ve aklın geride kalmayacak ve tutku ile çalışacaksın. İşte şimdi geldik BHN ile Dublenin Triplesi’nin buluştuğu yere. Bu konuyu da sondan başa doğru ele alayım.
Kasım 2014 için bir öğrenme yolculuğu planladık ve gerçekleştirdik. Adına YBGÖY (Yönetim Becerilerini Geliştirme Öğrenme Yolculuğu) dediğimiz bu üç günlük beraberlikte başta “geribildirim” olmak izere “ilişki ve iletişim yönetimi” konusuna odaklanacaktık. Öyle de yaptık. Yaşadığım gerçek örnekleri görselleştirdik. CINOS’tan olan örnekleri isim vermeden ele almaya otoritenin (toplantıyı isteyen ve hevesle katılan yeni üst düzey yönetici) itirazı yoktu. Ne var ki kendi kurumundaki gerçek öykünün dillendirilmesini de istemiyordu. Suya sabuna dokunmayacaksın. Belki de haklıydı. Ortamı geriyordum. Ben bunu hep yapıyorum. Çünkü “acı yoksa kazanç da yok“.
Örnek çok netti ve ana fikri “güven“di; güven eksikliğiydi. Altı yıl önce yeni oluşan beraberliğimin üçüncü ayında Bursa’da bir toplantıdaydım. Bu toplantı öncesi Isparta’dan Malatya’ya uzanan müşteri beraberliğinde ve SSTC kurallarıyla grubun çalışanlarını tanıma seanslarını tamamlamıştım. İlk yılını geçiren yeni bir ilacın satışını gelecek yıl (2010) duble yapmak istiyordu patron. Bunda ciddi bir kârlılık görmüştü. Patronun hiyerarşi ve bürokrasiden arınmış sezgileri güçlüydü. Bu güçlü sezgilerle kısa sürede şirketini on kat büyütmüştü. Patron haklıydı. Gelecek yıl duble satış ile grubu motive ediyordu. Mesaj netti: “Satışı duble yapın birer maaş ikramiye” . Bu bir söz verişti. Grupta fazla bir heyecan olmamıştı. Toplantı sonrası anladım ki grup patrona ve verdiği söze güvenmiyordu. Şaşırmıştım. Böylesine aleni ve net bir mesaj verildikten sonra ödül neden gerçek olmasındı. Anlamakta zorluk çekiyordum. Toplantıdan bir ay sonra pazarı yerinde inceledim ve gördüm ki dubleden daha fazlası rahat satılır. Patron bilmeden (veya bilse de aceleyle, sözün ötesini düşünmeden) hiç de hırslı olmayan bir hedefe ödül koymuştu. Patronun danışmanı olarak bir rapor yazdım ve gördüğümü aktardım. Satışçılar bana kızdılar. Hatta patrona olan kızgınlıklarını bile daha sonraları bana yönelttiler. Çünkü ben ortama girince genellikle öğrenme yolcularının rahatlarını kaçırıyorum; onları rahatlık zonundan çıkarmaya çalışınca “BEE” olmaları gerekiyor bu da onları yoruyor. Ertesi yıla kalmadan daha o yılın sonunda patron yeni bir kanal yönetimi taktiği uygulayarak dublenin dublesini peşin satıverdi. Hem de sektörde hiç alışılmamış şekilde parasını satış/kullanım sezonundan altı ay önce alıp kasasına koydu ve Çin’e doğru daha rahat ve daha keyifli olarak yola çıktı. Aktif sezonda satış dublenin triplesi oldu. Ama patron duble için söz verdiği ödülü vermemek için bin dereden su getirdi. Bayramda vericem dedi erteledi; yıllık toplantıda dedi geçiştirdi. Sonunda “verdim” dedi ama gerçekten de verdi mi Allah bilir. Kimilerine göre vermedi. Şimdi gel de sen bu patrona güven ya da bu patronun yaptığı çorbadan iç.
Ne var ki; YBGÖY da sorgulamak istediğim patrona duyulan güven değildi. Asıl amacım çok uluslu şirketlerde deneyim kazanmış genç ve dinamik yöneticilere üst düzey karar mekanizmasında yer veren patron, bu yöneticilerin başarıları ve becerilerini şekillendiren sistem ağırlık düşünce içinde nasıl bir çorba yapabilir ? bunu örneklemekti amacım. Peşin de alsa parasını sınırlı kaynakları vardı patronun. Pazarda alınan verileri (data), bilgiye (info) dönüştüren orta düzey yöneticilerin tabandan tavana ilettiklerini toparlayan genç yöneticinin eriştiği sonuçları (knowledge) sistem düşüncesiyle, bütçe yönetimiyle bilimsel çerçeveye oturtan ve SMART‘ik hedefiyle geleceği şekillendiren genç otorite değer yargılarını (wisdom) “Bilgelik Piramidi“nin tepesine taşıdığında dublenin ödüllendirmesi beklentisinde dublenin triplesine diğer bir deyişle altı kat (x6) fazlasına yetecek üretim materyalini hangi stok yönetimi becerisiyle sağlayabilecektir. Çok uluslu ve sistem ağırlıklı kurumlardan patron şirketinde bunlara katlanmak zor zenaat. Aslında patron da haklı. Çünkü o da hiyerarşi ve bürokrasinin cenderesinden sıyrılıp doğru bildiklerini özgürce yaparak bu günlere erişmişti. Başarısı bu özgürlüğe bağlıydı. Bunda ısrarcı olmakta haklıydı. Varsın güven duymasınlar diye düşünmesi nereye kadar ? Zor bir soru. Bunun için sınırsız BİTlerin internet dünyasında etkisini yitirmiş olan ParetoYasasını (80/20 kuralı) unut ve rafındaki seçenek sayısını artırıp HİTlerin baskısından sıyrılmış sayısız NİŞlerden yararlanıp sen de total değerini dublenin triplesi yap ve bunun için de hem ekstra üretim maliyetini üstlenme ve hem de dağıtımı bedavaya getir. Nasıl olacak bu iş ? İşte bu da senin ustalık becerin. El oğlu böyle yapıyor ve bugün NİŞler yaratarak terörü besliyor; bugün NİŞler yaratarak ikinci el kitap pazarını 1,7 milyar dolardan 2,2 milyar dolara çıkarıyor ve bunun 600 milyon dolarını da internetten yaratıyor. Laf aramızda NİŞleri giriş kapısı yaparak HİTleşmek sonuçta herkesin hedefi.
Henüz ne BHN (Bahane)miz vardı; ne de internetin bu gücünden haberdardık. Onyıl önceydi. Bağ pazarındaki yirmi yıllık ilacımızın etken maddesinin patent süresi dolmuştu ve pazarın bu segmentine beş benzeri birden giriverdi. Ayrıca yeni gelişen bir başka aktif madde grubu da yenilikçi ruhu ile rekabeti kızıştırmıştı. O koşullar altında bile biz ilacımızın satışını duble yapmıştık. Büyümemiz sürüyordu. Brezilya-Rio‘daki sunumum “Başarı Öyküleri” idi. Baş otorite bu başarının ve başarı faktörlerinin sorgulanmasını istiyordu. özel bir teşvik mi verdik ? Hayır. Fiyat mı indirdik ? Hayır ve bilakis artırdık. Vade mi uzattık ? Hayır. Peki neden ve nasıl oldu ? Temelinde on yıl önceden başlayıp on yıldır ısrar ve sabırla sürdürdüğümüz (1995 den 2005 e) “Küçük Çiftçi Projesi / Çiftçi destek Ekibi ” ne yaptığımız inançlı yatırımın meyvelerini derliyorduk. Başta büyükler olmak üzere hepsi büyük çiftçilere, ana kanallara, organize kanallara odaklanmıştı ve kızıl denizlerdeki rekabetin içinde boğuşuyorlardı. Biz se kendi kulvarımızda mavi okyanuslarda tutkuyla yol alıyorduk. Bilgi ve becerimiz gelişmişti ve tam bir inançla hendekler kazılmış olarak tıpkı izci selamı gibi “daima, daima, daima” diyerek yola revan olmuştuk. Son on yılda (2005-2015) neler değişti, neler oldu ? Bugün keyif aldığım odak noktamda buna yanıt aramaya kalkmak beni aşar.
Şimdi yeni bir yöne bakarak ve bir sonraki yazıma zemin hazırlayarak sözlerimi bitireyim. Ağustos içinde yeni bir grup oluşturduk. Uzunca bir süredir kış uykusuna yatmış olan can sıkıntısından sıyrılmak için hızlandık. Sağa sola (Akropol’den Anıtkabir’e) savrulan gayretleri derlemeye çalıştık. Çalışma grubumuza “1o Eylül abicim” dedik. Hedefimiz SMART’ikdi. Herkes gayret etti. Yapılacak beş temel konudan dördünü hallettik. En sıkıntılı ve en basit konuda tıkandık. On Eylülde yapamadık. İlişkileri gerdiğimi görünce uyarı üzerine beklemede kalmayı yeğledik. Şimdi yeni bir hamle başlatmalıyız. Çünkü “deadline”sız beklemek hem akıl kârı değil hem de can sıkıcı. Rüzgarlar boşa gidiyor. Ruhum bunun kıskacındayken “bundan adam olmaz; bu kumaştan çıkacak elbise bize dar geliyor ve al atını gör tımarını” diyerek işi tatlıya bağlayıp, hesap keserek bağı, bağlantıyı bitirmek üzereyken bir de baktım ki tıpkı Syngillerdeki gibi aynı hikaye yaşanıyor. Batının inanışındaki gibi “hiç bir iyilik cezası kalmıyor” veya “Cehenneme uzanan yollar iyi niyet taşlarıyla döşeniyor” bunu bir de bizim kültürümüzle ele alırsam: “Sevap işlemeye çalışırken günaha girilecek gibi görünüyor” bu işin sonu. Ne diyelim ? Hayırlısı olsun. Şunu öğrenmeliyiz ki yoldan çıkma sinyallerini gördüğünde fazla gecikmeden gereğini yapmalı ve işin insancıl boyutuna bu denli ağırlık verip de günaha girmekten, cehenneme gitmekten ve gereksiz eziyet çekmekten sakınmak gerek. Değmez !
Şimdi film arşivimden “Börekçi İrem” i bulup da babaannesiyle birlikte çorbayı karıştıran genç ellerin, heyecanlı yüreklerin ve gülen gözlerin yarınlar için hangi güzelliklerin müjdecisi olduğunu göreyim. Böylece ruhumu sıkıntıya sokan dublenin triplesine ulaşan patrona duyulan güvensizlikten bugün patronun yola birllikte çıktıkları sorunlu çalışanına gösterdiği aşırı hoşgörüye uzanan yoldaki köşe taşlarına daha sonra değinerek aydınlık yollardaki umutların yeşermesi dileklerimle yazımı bitireyim. Kalın sağlıcakla.
Öykücü