“…Hızla satranç tahtasına göz attım. Satranç tahtaları ve oyuncuların dizili olduğu sıranın öteki ucunda bir tuhaflık fark ettim. Tahtanın başında, beyaz taşların arkasında oturan oyuncu bana sanki birazdan boks maçına çıkacakmışız gibi ters ters bakıyordu. Tahtaya daha yakından bakmak için ortaya ilerledim. Her iki tarafın taşları da doğru olarak dizilmiş, iki ordu ikişer saf halinde yerini almıştı. Ama bu yaratıcı genç kendi tarafındaki üçüncü sıraya bir kale daha yerleştirmişti. “Üç kalen var” dedim. Genç yüzüme dik dik baktı. Tehditkâr bir ses tonuyla “Beni hile yapmakla mı suçluyorsun ?” diye sordu…”
Merhaba
“MACUNKÖY Dörtlüsü” tam 30 yıl önce aynı kulvarda buluşan ikilinin (MACK) genç yandaşlarla bugüne uzanan yolculuğundaki “otobüs yolcuları”dır. Önceki yazılarımda bu dörtlüye kısaca değinmiştim. Şimdi “KÖY”ü oluşturma gayretindeki genç patronun değer yargılarının etkili olacağı bir adım atılmak üzere. Bu adım gerçekleşirse eğer bütünleştirici genç profesyonel “KÖY”ün “Birleşmiş Milletler (UN / United Nations)” benzeri tutkalını oluşturacak demektir. Bana düşen görev ise yakından izlemek ve kendilerine yardım etmeye çalışanlara yardımcı olmaktır.
Yazımın girişindeki kısa öykü satranç ustası ve yazar Bruce Pandolfini’nin kitabından alıntıdır. Yazar satranç prensiplerini yaşanmış öykülerle zenginleştirip iş yaşamına uyarlamaktadır. Dikkat çektiği ilk prensibi “oyunu oyuncuya karşı değil satranç tahtasın karşı oynayın” dır. Bunu rakibinize önem vermekle ve dikkate almakla birlikte pazarın dinamiklerine bakarak rekabete uymak ve hatta rekabet üstü olmak için dikkate değer bulabilirsiniz. Bunu futboldaki “topa oyna oyuncuya değil” uyarısıyla da bütünleştirebilirsiniz. Aslında en uygun yerini geribildirim vermenin temel prensibinin de aynı olmasında bulabilirsiniz.
Olumsuz (gibi) bir geribildirim vermeye, açıkcası eleştirmeye karar verdiniz ve elinizde sopa astınızla bir odada başbaşa kaldınız. Üstelik zalimsiniz ve seçtiğiniz oda sizin odanız. Masanın öbür tarafında makamınıza kurulmuşsunuz. Karşınızdaki koltukta büzülüp kalmış olan oyuncunun yüzüne bile bakmıyorsunuz. “DANS” etmeyi bilseniz de “DANS” etmeye hiç mi hiç niyetiniz yok. Siz otoritesiniz. “Ben sizin babanızım, ben ne dersem olur !” ifadesi mahkeme duvarı gibi yüzünüzden okunuyor. Psikolojik baskı tam. İlk sözleriniz “duygusal tavrınızı evinizde bırakın. Burası iş yeri. Burada duygusallığa yer yok. Biliyor musun o uzun elektronik postayı yazmak için astınız kaç saatini harcadı. Onun iş yerindeki zamanını tükettiniz. Siz zaten hep böylesiniz. geçen sene de benzer duygusallığı gösterdiğiniz için Ahmet’i de işte çıkarmak zorunda kaldım…”
Otorite size cevabınızı bilmediğiniz soru sorar mı ?
Yanıtı kısa ve net: “Otorite tuttuğunu öper”. Bu nedenle görev tanımınızın sınırları kesin bile olsa siz yine de siz olun ve görevinizin “öncül ve ardıllarını” çok iyi bilin. Soru size geldiğinde “çalışmadığınız yerden gelen soruya, sorucuya küfretmeyin. Dün gece elektrikler kesiti çalışamadım” demeyin. Her neyse ! Gelelim yukarıdaki senaryonun duyarlı yerine. Otorite yapılmaması gereken her şeyi yapmakta gerçekten de usta. En vurucu yer ise geribildirim (ki burada “eli sopalı eleştiri” demek daha doğru) kişiye odaklanıyor; eleştiri konusu olan olaya, tutuma ya da davranışa değil. Haksızlık ediyor. Geçmişi de karıştırıyor. Bu yaklaşım, bu tutum, bu tarz kime, ne yarar sağlıyor ? Otorite sadece kendini tatmin ediyor. Yazık oluyor emeklere, ilişkilere ve iletişime. Bu nedenle gerek “performans yönetiminde”, gerek sırada öne geçmek için “Liderlik ve Koçluk Ustalık Yolculuklarında” ve gerekse “Lider Yönetici” olmak için “İzleme Çalıştaylarında” en önemli konu “geribildirim” olmaktadır. Pekçok kez yazdığım gibi CINOS’un üçüncü evresindeki “Yıldız Oyuncu Syngilleri” gönderdiğimiz CCL (Center of Creative Leadership) kuruluşunca yayımlanan 14 rehber kitapçığın 4 ü sadece “geribildirim” üzerinedir.
Bunun için “Lider Yönetici, DANS Etmesini” bilecek ve DANS’ın ustası olacaktır; olmalıdır; olabilir. Bunu sağlayabilmek için 2005 yılı Haziran ayında Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki şatoda öğrendiklerimizi Ekim 2005 de, tam on yıl önce bugünlerde Abant’ta uygulamıştık. Öğrendiklerimizi pekiştirmiştik. Syngillerin her iki bölümünden seçilmişleri bir bakıma “Eğiticinin Eğitimi Programı” yapısındaki “F2 Çalıştayları“nda toplamıştık. Orijinaline en uygun ortamda (outside / inside), yerel koşullara göre güncellenmiş şekli ve prensipleri tümüyle korunmuş çerçevede sevgili Ajlan’ın liderliğinde, sevgili Fatih’in katalistliğinde, ben yardımcı eğitmen/lider olarak görev alarak keyifle ve tutkuyla “Omurgalı Liderlik Modeli“ne göre gerçekleştirmiştik. Buna ait kısa filmi yazıma ekliyorum. Bu kez seçtiğimiz yer ve zaman idealdi. “Outside” tıpkı “Karlı Kayın Ormanı” gibi “Sezgi Yürüyüşüne” ve bu yürüyüş sırasında kendine sorudğun soruya yanıt veren “İç Sesini” duymaya çok uygundu. Ya “inside” ! Haziran 2005 de hemen Paris’ten sonra sıcağı sıcağına ve daha üst düzey katılımla (her iki bölümün ülke müdürleri ve sadece üst düzey yöneticileri ile Sissus’un bodrumunda (!?*) değil Abant’ın gün ışığı gören ferah salonundayız. Mükemmel. Bu arada filmdeki her iki müziğin de sözlerine dikkat ederseniz eğer… görürsünüz. Ekledikten sonra filmi izleyince “Vay canına ! Aradan 10 yıl geçmiş. Daha henüz dün gibi. Asıl ilginç olanı ertesi yıl Prag’taki Avrupa Ülkeleri SynIK Müdürlerinin” toplantısında öğrenilenlerin işe yansıtılması ve Performans Yönetiminde F1 almış tüm çalışanların (> 21.000 kişi) ve F2 ile eğiticiliğe adım atmış seçilmişlerin (~1000 kişi) “asker / nine / kaplan” oyunuyla satrançvari düşünme becerilerini geliştirme gayretlerini anımsıyorum da sanki F3 e geçerken (ben ayrılınca, Alan’la Zeynep’in onca çabası taraftar bulmayınca yarım kaldı program gibi bir duygu oluşuyor içimde… Bu da benim kişisel ve gerçek olmayan kaygım ya da kuruntum olsa gerek.
Aradan beş yıl geçmiş ve 2010 Ağustosunun sonlarına doğru Çeşme-Marina’dan dönerken kitapçıya girip aynı kitaptak 4 adet almışım. Birinin her sayfasını yeşillerle karalamışım. Bir yerine “LAASERDAX” yazmışım. Bugün ne anlama geldiğini bilmiyorum. Kitapların üçünün içine torunlarımın bayram harçlıklarını koyup el öpme töreninden sonra Güzelbahçe’de verdiğimi dün gibi anımsıyorum. Hatta bunun video kayıtları da olacak. Henüz sevgili Duru aramıza katılmamış olduğu için toplam C12 nin “Z Kuşağının ABİDE olması” tamamlanmamıştı. Sonraki yazımda ele almayı istediğim kitabın 73 ncü sayfası için “adama saati sorun, oturur, size bir saat yapar“; 80 nci sayfası için “Bal toplamak istiyorsanız, arı kovanını tekmelemeyin”; 150 nci sayfası için de “… öyle bir şey yapalım ki yaptıklarımızın %5 i olsun ama kim olduğumuzun %95 i…” ve 240 ncı sayfası için de ” Yaşamın 3 aşaması: 1.Öğrenmek (okul); 2.Kazanmak (iş) ve 3.Geri ödemek (emeklilik)…” notlarını düşümüşüm. Son sayfa notuna bir madde daha eklersek-ki eklemek gerek- tıpkı S.Covey’in “hayat kısa, öyleyse…” filmindeki “4L” kavramlarına erişiriz. demek ki aklın yolu bir… >>>>>>>>> http://www.brainyquote.com/quotes/authors/l/lee_iacocca.html
Rahmetli Jobs ne demişti ?
“Geleceğe uzanan noktaları geçmişe bakmadan birleştiremezsiniz”. Gelecekte neler var ? bilinmez. Gelecek için neler planlıyoruz ? kişiye göre değişir. Netgillere bakıp da kendi çerçevemde Yunt Dağındaki kanatların Kasım sonuna kadar üretken olmasını bekliyorum. Bay H…ın “elimden gelen budur” dan daha ötesini bekliyorum. Yılın sonuna doğru kritik katkı süreçlerinin hasarsız atlatılmasını bekliyorum. Bunun yanında bakış açımı farklı bir yöne kaydırdığımda “UN” harcında, “KÖY”ün karar vericisinin “INCOM Kararını” bekliyorum. “INCOM” benim uydurduğum bir kısaltma: “Yatırım ve Taahhüt” demek. Karar verici bir eğitim yatırımı yapacak ve sonunda öğrenciler işbaşına döndüğünde öğrendiklerini uygulama hevesi gösterip bu yatırımın geri dönüşünü gerçekleştireceklerdir. Öğrenilenlerin kurum içinde takipçisi olacaktır. Öğrenilenlerin işe katkısı üç stratejik faktöre göre değerlendirilecektir. Gereğinde rota değiştirilecek; gereğinde üst sınır esnetilecektir.
Yazımın girişindeki Bay Bruce’un öyküsü bir “Simul” organizasyonundaki görüntüdür. “Simul”, bir satranç ustasının aynı anda birçok rakibe karşı oynamasıdır. Üçüncü kaleli oyuncunun da yer aldığı bu simul’da, başları yasayla ciddi biçimde dertte olan yirmi genç adam Bay Bruce’un karşısına dizilmiştir. Sorunlu, genç oyuncular kendilerinden emin bir tavırla neredeyse bir sokak kavgasına hazırlanıyor gibidirler. Odasına çağırıp astına eleştirel geribildirim vermeye çalışırken “DANS” yerine sokak kavagasına tutuşmayı yeğleyen otoritenin bundan ne farkı vardır ki !
Her neyse ! “MACUNKÖY Dörtlüsü“nün “SSTC Ustası olan (MOSSTC) AK” hem teoride, hem pratikte ve hem de izleme çalıştaylarında her zaman usta bir geribildirimci idi. Bu da “SSTC İşçisi olan (EOSSTC) MC” için çok büyük bir şanstı. Bu şansı bir lütuf olarak görüp yaşam biçimi yapan MC yanında önce uygulamasını yaşayıp daha sonra öğrenme yolculuğuna çıkan (1992) “SSTC Alıcısı olan (BOSSTC) ÖY” nın SSTC e olan inancı da yirmi yılı aşkın süredir hiç eksilmedi. İşte bu üçlünün içine son dönemde katılan ve “SSTC Destekçisi olan (SOSSTC) UN” nin öğrenme, sahiplenme gayretleri de tıpkı Fahrenheit 451 filminin ana mesajına uygun olarak her zaman sıcaklığını koruyor ki bu da düne bakıp da yarına uzanan noktaları birleştirmek kavramında benim en büyük tesellim.
Dört sene önce blogumdaki bir yazımdan aşağıdaki alıntı ile bitirmek istiyorum. Tüm öğrenme ve ustalık yolculuklarınız hep aydınlık yollarda keyifle, tutkuyla sürsün; yolunuz hep aydınlık olsun.
Öykücü
http://www.copcu.com/2011/11/15/yasam-bufesinde-akil-egitimi/
“…ister maraton, ister 4×100 bayrak yarışı isterse mobil boks olsun yaşam büfesinde “akıl eğitimi” şart.
“Akıl eğitimi”nde eğitmen kim ola ki ?
Jon Bey devam ediyor “…Tabii ki hedeflerimiz var, ama bu hedefler pekçok kişinin umurunda bile değil. Başkalarının göremediği rüyalarımız var. Sadece kendi aklımızda oynayan bir vizyonumuz var; başka kimsenin değil. İlişkilerimiz, ailemiz ve kariyerimizle ilgili umutlarımız var. Ama sonra: Bam ! Küt ! Bam ! İşte bir daha vurulduk ve ayaklarımız yerden kesildi. Akrabalardan duyduğumuz olumsuz yorumlar, enerji vampirleri, reddedilmeler, zorlayan müşteriler, zor çocuklar, kendinden şüphe etmek, problemli ilişkiler hepsi üstümüze gelmeye başlar. Nasıl bir boksörün yarışmak için vücudunu eğitmesi gerekiyorsa biz de hayatın açtığı yaylım ateşine karşı koyabilecek olan zihinsel, duygusal ve ruhani gücümüzü geliştirmeliyiz, yani aklımızı eğitmeliyiz..”
Eğitmen biziz. Eğitilecek olan da biziz. Her şey bizim ellerimizde. İlk koşul istemek; istekli olmak, bu isteği tutkuya çevirmek. Tutkuyu sürdürebilmek için, besleyip büyütebilmek için ısrarcı ve sabırlı olmak. Başarı formülümdeki “2P” i aktifleştirmek. Biraz gayret lütfen. Asla başkalarını değiştirmeyi başaramayız. Herkes ancak kendini değiştirebilir. Ve asla engelsiz, mücadelesiz ve kolay bir hayatımız olmayacak. Özellikle fincanların en güzelini diğerlerinden önce seçerek kahveyi onunla içmek hevesimiz azalmadığı sürece yaşamın stresi hep sürecektir. Çeşme çatıda bir kitabım var; daha çok bilimsel bakış açılı ve orada….”