Yaşam Büfesinde “Umut Sarayları”

“…Köpek uzmanı veterinerin bekleme odası doluydu. Genç bir adamla genç bir kız da köpekleri kucaklarında otururken konuşmaya daldılar. Bu arada fırsatını bulan köpekler sevişmeye başlamasınlar mı ? Genç kız kıpkırmızı oldu ve bir kek parçası uzatarak köpeğini uzaklaştırmaya çalıştı. Sırıtarak bakan genç adama da “Delisiniz siz !” dedi. Adam dayanamadı: “Deliyim ha ? Yani siz olsanız bir parça kek için vaz geçer misiniz?“…”

 

Merhaba

Konu başlığı olarak tek bir kelime kullanmış Utku: “Eksiklik”dünkü iletisinde. . Böylece hem teşvik ediyor hem de en yalın şekliyle “kişiye özel kılınmış bir fayda niteliğinde özgün geribildirim” vererek beni mutlu ediyor hafta sonu rehavetinde. Odağını netleştirememiş bir arayışla bir yanda geçen hafta İş Bankası Yayınlarından aldığım iki kitabı dönüşümlü okumanın keyfi; diğer yanda bu kitaplardan güncel kimi mesajların dürtüklemesiyle Çeşme-Çatı-Çeyizlerimden bir seri kitap özetini torbalayıp Mavişehir’e getirmiş olmamın toparlanma telaşı…Karşıyaka’da Kerem’den sonra bana kalan çalışma odasına dönen boş karyolanın yanındaki Zeynep’in hediyesi olan masamın üzerinde iki laptop ve geçici olarak gelmiş gibi görünen iş kitapları…

“İstanbul Sanayi Odası’nın Türk Sanayiine Armağanıdır” yazılı kitabı sevgili İrfan 12 yıl önce bana hediye etmişti. Günümüz iş dünyasının sorunlarına bilgi, beceri ve deneyimleriyle  (SEK > Skills Experience Knowledge > Bilgi Yönetimi > Bilgelik Piramidi < Data / Info / Knowledge / Wisdom) 29 küresel şirket lideri (CEO)nin özgün görüşlerinin yer aldığı “CEO’ların Bilgeliği  2002″ kitabı hep gözümün önünde durdu yıllardır. Yeri geldi 167 nci sayfasından sonraki bölümde J&J nın CEO sunun görüşlerinde yer alan “FrameworkS” kavramını CINOS’un üçüncü evresinin ikinci aşamasında (DOD2 > Looking for the Best in the People > Bringing People Potential to Life) çıktığım “Frameworks Ustalık Yolculuğu (Paris / 05.2005)” nu zenginleştirmek için kullandım. Yeri geldi bu 29 seçilmiş arasında yer alan Dr.D.Vasella’yı daha yakından tanımak için bu kitaba yoğunlaştım. Dr.Vasella, ben CINOS’un ikinci evresini yaşarken (1996-2000) bizim CEO’muzdu ve ben onu “SKILL Project” ile bize seslenişinden tanıyordum. O, daha o günlerde görmüştü, “NO Evresi“nin kalıcı olmadığını ve geçiş dönemi olduğunu. Nitekim üç yıl sonra dünyayı düzleştiren Bay Thomas L.Friedman‘ın önerisine uyup “ilaç&tohum” bölümlerini dışarı atıverdi.

Ne diyordu Bay Friedman ?

Bay Friedman’nın “Lexus ve Zeytin Ağacı” isimli kitabının bir yerinde şuna benzer bir soru sorar: “Şirketiniz yaralı yavruları yuvadan atmaya ve sağlıklı olanları emzirmeye istekli mi ?”. Böylece ikinci bir global birleşmeyle Synleşiverdik. Sektörel bakışta grubun desteğini yitirmiş böylesi bir yapının geleceği yok gibiydi. Buna rağmen yeni şirketin hisse senetlerinin değeri borsada iki yıl içinde üçe katlanıverdi. Bu sonuç nasıl gerçekleşti ? Yanıtı çok net: Önce “DOD1 le en iyi ekibi kurmak ve hemen ardından da DOD2 ile en iyilerin içindeki en iyiyi (kapasite + kapabilite > Potansiyeli açığa çıkarmak) etkinleştirmekle”. İşte Dr. Vasella’nın “SKILL” dediği ve açılımı “Sucess Kindled by Innovation, Leadership and Learning / Yenilikçilik, Liderlik ve Öğrenme ile Yaratılan Başarı” olan projeler demetinin Synleşince “Umbrella Projects” adıyla inatçı, ısrarlı, hırslı, tutkulu ve somut (SMART) yapıya kavuşturulup yaşama aktarılmasıyla oldu. Hedef netti: “Çalışan sayısını %10 azalt + Masrafları 500 mio$ düşür ve ciroyu +1 milyar $ artır”.  O dönemde biz 25 mio $ yakalayamayan ve de üstelik ülkesel krizin baskısında boğulan bir durumdaydık. Çalışan sayısını azaltmak sorun değildi. Pazarlama bölümünde 16 kişiydik. Sayımızı 7 e düşürdük. Şirket merkezini İstanbul’dan İzmir’e taşıyarak payımıza düşen tasarrufu da yapmıştık. Bu net hedefte zor olan ciromuzun iki katına çıkarılmasıydı. “Hadi canım sen de…!” diyecek kadar umutsuzluk girdabındaydık. Otorite yılmadı. Bizi (TÖMCAK) bir odaya kapattı. Üç gün kapandık. Gün ışığına çıktığımızda “Yes, we are ready” dedik ve ertesi yıl 48 mio$ ve bir sonraki yılda 65 mio$ ciro yaptık. Bunun sonucunda yıllık toplantılarımızı Mısır, Rio, Prag ve St.Petersburg olmak üzere dört yıl ard arda yurt dışında gerçekleştirdik.

Bu eski öyküye nereden geldim ?

Elimdeki kitaplardan birinden. Seçilmiş 29 CEO arasında yer alan Dr.Vasella’dan geldim. O kitaptan Bay Friedman’a uzandım. Onun “Maddiyat Tutkusu (Lexus) ve Zeytin Ağacı” isimli kitabının bir yerine takıldım kaldım. “Çelişkiyi engellemek için altın kemerler teorisi” demiş. Verdiği örneğe bakınca “Sahi ya ne kadar basitmiş savaşların ya da savaşmamanın sebebi” diyesi geliyor insanın taaa oniki yıl öncesinde bile…

Friedman diyor ki “McDonald’s restoranlarına sahip olan hiçbir ülke, bu restoranlara sahip olduktan sonra birbirleriyle savaşmıyor”. Bunu söylerken ekonomik çıkar ortaklığı ya da “win-win” durumunun savaşlara son vereceğini söylemiyor. Örneğin 1999 da Kosova’da iç savaş çıktığında hem Sırplarda hem de Arnavutlarda McDonald’s vardı. Ne var ki savaş Irak ve Suriye gibi McDoland’s olmayan ülkelerdeki gibi uzun sürmedi ve 78 günde bitti. Yeniden McDonald’s yemek şeklinde gelişen barış ve refah içinde kalma arzusu öne geçti. Bunu bir de “Elektronik Sürüye Bağlanmış” ve bağlanmamış ülkeler şeklinde ele alınca Thomas bey “elektronik sürünün savaşları hoş görmeyeceğini” özellikle vurgu yapmaktadır.

Tekrar Dr.Vasella’ya dönelim ve onlar NO evresini beşeri illaçlar olarak başarıyla sürdürürken Syngiller de kendi çaplarında başarılarını sürdürdürler. Ben ayrıldıktan sonra (2009) dışarıdan görebildiğim kadarıyla epey ciddi yapısal değişiklikler yaşadılar. Özellikle Zengiller kanadı Nogillerden daha ağırlık olarak yerlerini koruyup bu günlere geldiler. Son aldığım duyuma göre Mongiller tarafından satın alınmak istenmişler ve 45 milyar $ lık satın alma bedeline burun kıvırıp “satmak yerine biz satın alalım” diye düşünüp başta Dupgiller olmak üzere birkaç şirket satın alma yoluna çıkmışlar. Hayırlısı olsun.

Bu kadar iş öyküsü arasında yazımın girişindeki fıkra ne alaka ?

Diyeceksiniz diye geçen hafta aldığım ikinci kitabın son sayfalarından alıntı yaparak hem yazımın başlığı ile hem de bu günlerde olası torunum Barış için yapacağım bir iletişimde “Biz kimiz ?” sorusuna yanıt olsun diye eklemeyi düşündüğüm kısa video filmine bir gerekçe uydurayım.

Elimdeki ikinci kitap çok sevdiğim Aydın Boysan‘ın son kitaplarından biri: “Doksan Beş Yıldan Esintiler (2015)“. Bu da İş Bankası yayınlarından ve ben İş Bankası yayınlarının satıldığı Karşıyaka vapur iskelesinin karşısındaki satış yerini ve de özellikle orada görevli olan beyefendinin gerçek efendiliğiyle güler yüzüne hayranım. Ne güzel insanlar var hemen yanı başımızda. Sadece raflardaki kitapları ve o pozitif enerji veren yüzü, sözleri görmek bile yetiyor bana yine de bir iki kitap almadan çıkmıyorum. Sevgili Boysan kitabının son sayfalarına şöyle yazmış:

“…Umut dünyası bir rüyalar alemi. Ama ne iyi ki umudun kendisi düş değil. Çünkü uyanınca bitmiyor. Gözü açık görülüyor. Demek ki gözümüzü açabildikçe umutsuzluğa düşemeyiz. İnsan yaradılışı bu ! Ancak umut kapılarını beleşçilere kapamak gerekiyor. Hak etmeyen bir kalabalık yolları tıkamasın… Umut gökten zembille inmiyor…Umut insan eseri… Bu eseri akıl, denge ve çalışkanlık yaratabilir. Umut aptalların ve tembellerin dayanağı değil. “Umut Sarayları” taş taş üstüne konarak inşa edilecek. Hiç akıl çalıştırmadan, hiç çaba gösterilmeden umut beslemek hak değil.

Umutsuzluk çukurlarında çırpınan ille de bir ipe tutunup kurtulmaya çalışacak… Ne yapsın ki ? O anda eline geçen ip belki de son kurtuluş çaresidir. Bir de şunu düşünmeli: “Acaba o ip kaç kişiyi çeker ?” Çok kişi asılırsa elde kalmaz mı ? İpsiz umut olur mu ? “İpsizlik” bile umutsuz değilken. Ama bu umut ve ip bildiğimiz cins hesaba gelmiyor. İpe bağlı umutların hâli bambaşka. “İki cambaz bir ipte oynamaz” deriz ya… Bu akıl, ip cambazlarının yalnızlık keyfini gıcırdatıyor, o kadar… Yoksa taş gibi ata sözü var: “Umut pekçok delinin üstünde dans ettiği bir iptir”…

Umut geçmiş zamanla ilgili değil. Umut geçmişi umursamıyor, iyileştirmiyor. Olan olmuş bir kere…Yaşamakta olduğumuz zaman ise, zaten boğazımıza kadar yükseliyor. Umut hep “yaşadığımız an çizgisinden” sonrası için. On dakika, on gün, on yıl, fark etmez, gelecek zaman olsun da.

Umut fakirin ekmeği. Umudun verdiği şifa çoğu zaman kısıtlı, iyi etmiyor ama, hiç olmazsa katlanma gücünü uzun sürelere yayıyor. Umut gibi ömürle birlikte uygun adım yürüyen bir dostumuz olmasa, kendimizi bu dünyada yapayalnız kaldık sanacağız. Çevremizde köpüren bir kalabalık bize yapışık yaşaşsa bile…

Umudu kalmadığını sanan adam dam kenarına çıkıp atlamaya hazırlanıyor. Hiç sanmayın ki, umudu kalmadı diye oraya çıkıp bekliyor. Gerçekten umudu kalmamış olsa, zaten atlamış olacak. Dam kenarındaki kişinin umudu var: Polislerin gelip kurtarması.

Umutlanma inanma ile kardeş…Hiç inanılmazsa, umut da yok demek…Umudun dayanağı inanmak. Düşünmeden inanmak ise, umutları boşa çıkarıyor. Destek havada kalınca umut da havada kalıyor.

Neye umut beslenecek ki ? Hızırın gelmesi mi, yoksa futbolcu bacağına güvenip toto mu oynanacak ? Toto olmazsa loto mu var ? O olmazsa beygir yarışları… Çeşit bol, nasılsa kumarın büyüğü devlet koruması altında…Milli piyango ne güne duruyor ? Umut ticaretinin babası devlet…

Ama gerçek şu ki, mutluluk kapılarının kumar umutlarıyla aşılacağını sanan kişi o kapıların suratına kapatılacağını bilmeli. Vurgun umutları basamak yapılarak mutluluk mu olur ki ? Akıl kullanılmadan, çaba gösterilmeden mutluluk anaforuna konmak, hak olmayışı bir yana ayıp bile sayılmaz mı ?

Umut boşlukta doğuyor. Umut havada. Umut gerçekleştiği anda adı umut olmaktan çıkıyor. Bu o demek ki, umut canlı kaldıkça kuşku (şüphe) ortadan kalkmaz. Umut ile kuşku ayrılmaz ikiz kardeş… Ölümleri aynı anda oluyor.

Umut dostumuz. Ama dedik ya, umutla kuşku birbirinden ayrılmaz, öyleyse güvenilmez dostumuz. Başka hiçbir dayanağı olmadan zavallı mutluluğu yalnız ve yalnız umutlara bağlamak akıl işi mi ? “Değildir” diyeni dinleyelim: “Umut öyle şarlatandır ki ara vermeden ha bire bizi aldatır durur. Benim mutluluğum tüm umutlarımı yitirdikten sonra başladı (Chamfort)”. Hiç bir konuya tek açıdan bakmamak gerekiyor ya ! Sırası gelmişken umutlanmayı batıran düşüncelere de yer verelim: “Umutların çayırında pekçok deli otlar” (Batı Asya deyişi). “Kertenkele ne kadar küçük olursa, timsah olma umudu o kadar büyük olur” (Habeşistan özdeyişi).

Yaşama gücünü ve neşesini kamçılayan en önemli uyandırıcı umudun ta kendisi. Mutluluk tembelleştiriyor, umut canlandırıyor. Umut mutluluğu doğuruyor, mutluluk umudu değil…Umut mutluluğun anası, mutluluk umudun değil… Mutluluk ambar malı değil. Marketten de satın alınmıyor. Nasıl bir şeyse bu duygu, insanın yüreğine doğuyor. Kaynaklandığı en güçlü dayanak ise umut…

Var mı umutlarını kaybetmek gibi son nokta ? Varsa bile umutlanmak gerekir son noktaya varılacak diye…Çünkü ondan aşağısı yok. Kötüsü yok. Kuyunun dibine vardıktan sonra yükselme başlayacak. Umutlara gözü kapalı yaslanmak yok. Ama umutsuzluk da güçsüzlüğün bir çeşidi. Yakışmaz ki…”

Allah daha nice doksanbeşli, sağlıklı ve umut dolu yıllar versin sevgili Boysan’a. Bugünüme anlam kattı. Yakında başvuracağım Sayın Altuntaş’ ın web sayfasındaki bir ana bölümün adı olan “Çırağım Ol” çağrısına ABİDE’min ikincisi olan Barış’ımızın bir günlüğüne kabul edileceği umudunu taşımak; Yunt Dağında Korelilerin uğraşmakta oldukları kanatların en yakın zamanda üretken olacağı umudunu güçlendirmek; Pakgillerin 2016 a bakışında “devam mı tamam mı ?” belirsizliğinin “hayırlara neden olacak hakedişlerle netleşmesini” umut etmek; Mestgillerin “kaizenvari” adımlarının beklentileri karşılaması umutlarını güçlendirmek ve C13 ün daha nice umutlarının “Umut Saraylarında” gerçekleşmesini için “tırtılın sonu kelebek” diyerek umutla dua etmek için yollarımızın ve yollarınızın hep aydınlık olmasını diliyorum.

Öyküccü