Yaşam Büfesinde “Görün(mey)en Köy”

“…Genç adam evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plastik pencereler yaygınlaşınca ahşap olanlara rağbet kalmamıştı. Bu yüzden işleri iyi gitmiyordu. Üstelik çocukları da büyümüş, okula başlamışlardı. Masrafları artınca yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulmaya başladı. Adam birgün çalışırken elektrik kesildi. Aksi gibi o akşam üzeri teslim etmesi gereken iki pencere vardı. Boş durmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için üst kattaki evine çıkarken sigortaya göz attı. Normal görünmüyordu. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı. Şalteri kaldırdı elektrik geldi ve işine devam etti. Bu duruma şaşırmıştı. Böyle şaka da yapılmazdı. Kendini kıskanacak bir düşmanı da yoktu. Biraz sonra yine elektrik kesildi. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu evi atölyeye bağlayan merdivenden sessizce inmiş ve şalteri indirmişti ki karşısına dikildi. Adam on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi…”

Merhaba

Nisan ayı bereketli bir ay; gerçi bizim için hepsi öyle. Kimileri özellikle 23 Nisana gıcık olsalar da çok şükür ki sağ duyulu insanlarımız hazımsızlara kulak asmayıp kutlamalarını sürdürdüler. Allah hepimizi 23 Nisanların, 29 Ekimlerin aydınlıklarından mahrum etmesin. Bizleri, ülkemizi böylesi iç düşmanlardan korusun. Özelimize baktığımda 21 Nisanda Pınar’ın ve bir hafta sonra da bu hafta 28 Nisanda Eray’ın yeni yaşlarına geçişlerini kutladık; kutlayacağız. Sayımız 13 olunca hemen hemen her ay bir kutlama şansı yakalıyoruz. Binlerce şükür. Önceki yazıma bir görsel ekleyememiştim. Bu kez dört yıl önce yaptığımız Avrupa turundan bir kesit seçtim ve öncül ve ardıl olarak da “Bilginin de zekatı vardır” mesajımla genç meslektaşlarımıza (Netdirekt adına bilişim sektöründen) seslenişimden birer kare ekledim. Bu filmde neler var ve Çeşme’nin güncelinde neler yaşıyoruz ?

Filmde dört yıl önce bugünlerde sevgili Eray’ın doğum gününde bizi Hollanda’da bulan telefonu var. Bu telefonun lale bahçelerinde daha bir mutlu kıldığı Nezuş’un sevinci var. Bu filmde Paris’te yaşadığım korku var. Bu korkuyu “insan en büyük hatasını…” diye alt yazıyla kalıcı kılmaya çalıştığım ürpertilerim var. Disneyland’da yorulmuştuk. Bir restorana oturduk. Canlı müzik vardı ve mükemmeldi. Onları dinlerken ve dinlenirken mest olmuştum. Yemek bitti. Yola koyulduk. Belki beş dakika geçti; belki sadece ikiyüz metre uzaklaştık ki ne göreyim sırt çantam yok. Herşey içinde. Özellikle pasaportlarımız. İlk kez on iki yıl aradan sonra depara kalktığımı anımsıyorum. Nezuş da benim sağlığımdan endişeli olarak arkamdan koşturuyor. Oniki yıldır, by-pass’tan sonra hiç koşmadım; koşamadım. Allah nasıl bir güç verdiyse yel gibi seyirttim ve restorana geldim. Bendeki telaşı gören herkes heyecanlandı. Ben derdimi anlatacak sese sahip değilim. Panikteyim. Oturduğumuz masaya gittim. Masanın altına koymuştum. Çantam oradaydı. Allah’ın sevgili kuluymuşum. Çantayı aldım ve yere çöktüm. Nezuş geldi. Rengimiz sararmış. Su içirdiler. Halbuki bir gün önce turda bir dostumuzun sırt çantası çalınmıştı. Rehberimiz özel ilişkiler ve özel kişiler görevlendirip konsolosluktan pasaport yerine geçecek belge alma çabalarından çok yorulmuştu. Defalarca çantalarımıza mukayyet olmamızı uyardı. bense kendiliğimden masanın altında bırakıp yola koyulmuştum. Demek ki Yaşama Büfesinde “Görebildiklerimiz”in ötesinde koruyucu güçler var. Dört yıl önce Paris’te beni koruyan güçler nedense dün malzeme koyduğum küçük kulübeye girerken beni korumadı. Şimdi bu satırları gözümün gördüklerinin ötesinde tuşların sırasında “Q Klavye” yi düşünüp de rastgele göz yordamıyla değil el yordamıyla basıyorum. Kimini yarım görüp kimini görmeden yazıyorum. Yazım hataları hoşgörüle. Kulübede ne oldu ?

Dün Alaçatı Pazarından dönüşte akşam üzeri çayını kuyunun yanındaki yeni seramik döşeli alanda mermer masada yapalım istedik. Bu masayı 1987 yılında Gördes’li Mahir abiden almıştık. Etrafı yıkayıp kuruladım. Masamızda çiçeğimiz hazır. Kuyunun yanındaki fişte elektrik alıyorum ki çay koymak (Ödemiş tarafında “koymak” ayıp geliyor olmalı ki “size çay dökeyim mi ?” diye soruyorlar daha kibar bir şekilde) için içeri gidip gelmek gerekmeyecek. Bir de müzik olsa diye düşünüp başımı eğdim ve kulübeye girdim ki çarpıldım. Meğer başımı yeterinc eğmemişim. Ne oldu ki ?

Bitrkaç gün önce hava kapadı; yağmur ha yağdı ha yağacak. Kulübeye raf yapmak için “Yahudi İsmail’in Oğlunun Tahtası”nı kulübenin içine koymaya çalışmıştım. “İnsan en büyük hatasını en iyi bildiği konuda yaparmış“. Hem kendim söylüyorum hem de kendim kendi hatalarıma kurban oluyorum. Halbuki Lisede bir üçgende hipotenüsün en uzun kenar olduğunu biliyorsan, elinde metre varsa niye böyle uzatıp bırakırsın 4 metrelik tahtayı 3.80 lik yere sıkıştırmaya çalışırsın ? Kafamı kötü çarptım. Gözlüğümün misinası koptu; camı düştü. Acıyı unuttum. Gülesim geldi. Bir anı canlandı. Talebeyken ( 1966 olabilir)  bir akşam üzeri otobüsten inip Nazım abi ve Nezuşla Esentepe’yi yaya çıkıyorduk. Nezuşun ayağı burkuldu. Nazım abi (Nezuşun abisi) hemen eğildi Nezuşun ayağına baktı ben ise ayakkabıya. Nazım abi şaşırdı ve sordu. Yanıtım netti: “Nazım abi çok doktor arkadaşım var ama ayakkabıcı tanıdığım yok”. Acılı anlarda da esprili olabilmek güzel de karşı tarafın algısında hangi sessiz isyanlar var bilemiyorsun ki. Sadece görebildiklerimizi anlıyoruz ya ötesi…

Evet yazımın sonuna doğru mavili öykünün devamını da yazarak “görebildiklerimizin ötesi” ne ait mesajımı da netleştirmiş olayım.

“…Adam on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa ses çıkarmazdı, ama tekrarlaması, nereden bakılırsa bakılsın büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Herşey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat serseri olmasını engellerdi. Adam oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra eşine dert yandı: “Bu çocuğun okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz gerek. Eğer serbest bırakırsak başımıza büyük dertler açacak”. Adam bir süre düşündü. Sonunda en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde arkadaşlarına ait bir ip ucu olmalıydı. Eşi karşı çıksa da ona kulak asmadı ve oğlunun günlüğünü okumaya başladı. Oğlu en son sayfaya şu satırları yazmıştı: “Bu gece kötü bir rüya gördüm ! Atölyede çalışırken babamı elektrik çarpıyordu. Allah’ım onu lütfen koru ! Ben de elimden geleni yapacağım”…”

Yazımı burada keseyim ve Yaşam Büfesinde gördüğümüzü sandığımız ve kılavuz istemediğimiz nice görünmez köylere sağlıkla ve esenlikle erişmek için istekli, inançlı ve tutkulu yolculuklarınızın hep açık ve aydınlık yollarda geçmesini diliyorum.

Öykücü