“…Bir gün yeni bir not bulunduktan sonra Eric’i yanıma çağırdım. Onu kucağıma oturtup sıkıca tuttum. Başta hafifçe çırpındı. Onu daha da sıkı tutup kulağına onun ne kadar uslu bir çocuk olduğunu, bu davranışından dolayı bir problemi olduğunu düşündüğümü fısıldadım. “Bana ne olduğunu söylemek ister misin ?” dedim. Kucağımdaki çırpınışı giderek artı ve neredeyse boğuşmaya dönüştü. Eric’i siniri geçinceye kadar sıkıca tutmaya karar verdim. Onu sıkıca ama nazikçe tutmayı sürdürdüm. Birkaç dakika sonra çırpınmayı bıraktı ve sevgiye aç bir köpek yavrusu gibi hıçkırarak kollarıma sokuldu. Problemin ne olduğunu söylemedi; fakat notları yazdığını itiraf etti. Ertesi gün üzerinde küçük bir açıklık olan bir kutu getirdim. Ona, bu kutunun “Eric’in Kötü Sözler Kutusu” olduğunu söyledim. Bu kutuya atmak şartıyla istediği kadar kötü söz yazabilecekti. Sınfıta başka kimse bu kutuya bir şey atamayacaktı. Yazdığı tüm kötü sözleri buraya attığı sürece kutu yalnızca ona aitti. Eğer bu kuralı çiğneyip bir başkasına not verdiğini görürsem bu kutuya hemen el koyacaktım. Eric her gün kızgınlık dolu mesajlar ve korkunç kelimelerle kutuyu doldurdu. Eric’in kötü sözler kutusuna başladıktan iki hafta sonra Eric yanıma gelip kucağıma oturmak istedi. Kucağımdayken, sınıfta onun yapabileceği bir iş olup olmadığını sordu. Ona görev listesinde olmayan birkaç iş verdim ve bunları her gün yapmasını istedim. Tamamladığı her işten sonra onu övdüm. Ona yaptığı şeyin ne kadar önemli olduğunu ve bana çok yardımcı olduğunu söyledim. Bundan kısa bir süre sonra kutudaki sözler azalmaya başladı. Yavaş yavaş azalan notlar sonunda tamamen yok oldu. Eric’in ailevi sorunları çözüldü mü bilmiyorum. Fakat biliyorum ki Eric’in içsel çırpınışlarına kulak vererek, ona başıboş duygularını ifade edebilmesi için bir fırsat vererek ve doğru yaptığı şeyler için onu överek, ona huzur bulduğu bir sınıf ortamı sağlayabilmiştim. Onun için sınıf kızgın olmasını gerektirmeyen sevgi dolu bir yerdi artık…”
2004 Mısır (BEE / Tutku); 2005 Rio (Inovasyon / Öykü); 2006 Prag (Kaizen / IZF) ve 2008 St.Petersburg (Pruva neta)
Merhaba
Birkaç gündür kapanan hava dün gece yağmura döndü ve biraz olsun havanın (eskilerin deyimiyle) “uhuneti” gitti. Bu “uhunet” sözcüğü daha çok oluşan bir iltihabın zonklamasını anımsatır bana. Şimdi de bu anlam geçişi Bodrum’da yaptığım bir eğitim toplantısının ana teması olarak seçtiğim “enflamasyon” sözcüğünün çevresinde türettiklerime götürdü anılarımdaki yolculukta. CINOS’un üçüncü evresinde genç otoritenin mükemmel ilişki yönetimi becerilerini sergilediği “tripod management” kavramı ile “S-ilaç+S-tohum-B-ilaç” üçlüsünde geliştirdiği fırsatın içinde yer almıştım. Ayçiçeğinin İngilizcesi olan “Sunflower“dan yola çıkıp “Üç Bacak Yönetimi Projesi”ne bir isim uydurmuştum: SynFlower. Trakya odaklı çalışmalara genç oyuncular katılmıştı. Hepsini kırmızı tulumlu yapmıştım. Hepsini SSTC Öğrenme Yolculuğuna çıkarmıştım. Yaşam Büfesinde “Sıraya Girme” adına SSTC ile hepsine ortak şans vermiştim. Dr.Kirkpatrick’in uyarısına kulak vererek dört aya yakın bekledikten sonra “Sırada Kalma Heves”lerini (EDA3) görebilmek için soğuk bir kış günü Bodrum’da toplanmıştık. “Pazarlamadan Esintiler” başlığı altında Prof.Dr.İ.Kaya’dan da örnekler alıp bir haftalık “İzleme Çalıştayı”nda “Spill-over Effect” yaratabilmek için de SynFlower çalışmalarını şekillendirme çerçevesine önem vermiştik. O zamanlar henüz S-Tohum’un ülke müdürü olan Bay Tilki emekli olmamıştı; toplantımıza kısa süreliğine de olsa katılıp bizi onurlandırmıştı. Toplantı süresince yakın ilgisini sürdüren Bay Şay ise kısa bir süre sonra ülke müdürü olacaktı. Onunla verimli beraberliklerimiz oldu; özellikle de F2 Çalışmalarını Çeşme, Bolu, Çorlu, İzmir ve yine Çeşme olmak üzere yinelediğimiz çoklu yolculuklardaki değişken işbölümümüzle. Ondan çok şey öğrendim. Özellikle de son Çeşme toplantısının finalindeki konuşma halkasında Dr.Çetin’in eleştirel sözlerine verdiği esprili yanıt hâla kulaklarımda çınlamaktadır. Bu kadar profesyonel bir yaklaşım olabilirdi. Bir de CCL in bir kitapçığından derlediği “Geribildirim Nasıl Verilmeli” sunum dosyasıdır ki arşivimin en değerli yerinde korumaya çalışırım. Nereden nereye geldi yazım; neden böyle oldu ?
Amacım bunları yazmak değildi. Amacım “seçenek öldürmek” başlığını atarken son zamanlarda aldığım(ız) kararlardaki pişmanlıklarımı kapalı anlatımlarla dillendirmekti. Sabah ada yürüyüşüne biraz geç çıktık. Çünkü bir yanda oruç ve bölük pörçük uykularla yorgun düşen Nezuş’a uyum sağlamak bir yandan da dün gecenin yağmurundan sonra basacağımız toprağın biraz dha kurumuş olmasını beklemek. Yürüyüş sırasında rüzgar şiddetlendi. Arkamdaki tepedeki altı kanat, solumdaki tepedeki onlarca kanat, ileride Çeşme sırtlarındaki onlarca kanat ve yolun yarısında Bay Renato’nun önerdiği “nefes talimi (1/2/4)” yapmak için taşın üstünde mola verirken gözümün önündeki Karaburun dağında ufka mürtesimi (izdüşümü) düşmüş olan yüzlerce kanat sanki yüreğimi buruyordu her dönüşünde. Biz de üretiyoruz ve sisteme veriyoruz; ne yazık ki bürokratik engelleri aşamadığımız için “Yunt Yokuşu” çıkışında ürettiğimizin karşılığını hâla alamıyoruz. Yerli Eric’in adamı olsaydık çoktan alırdık. Bağlı olduğumuz yerel otorite yerli Eric’in yandaşı olsaydı elimizden tutardı. İkisi de yok ve birtaraf olamayancı bertaraf oluyoruz. Bu da beni “Cango’nun Tasması” kadar mutsuz etmeye çalışıyorken her seferinde “Bu işte de bir hayır vardır” tesellisi ile normale dönmeye çalışıyorum. Bir de buna “Kokreçci Kaktüs” ekleniyor zaman zaman ki işte oz zaman değmeyin artık keyfimin kaçısındaki karanlık sessizliğime…Bunların hepsi birer “seçenek öldürme” becerisinden yoksunluğun yansıması olsa gerek. Önce “Kokreçci Kaktüs” den (sadece bir yüzünden) söz edeyim mi ?
İki hafta sonu Çeşme’deki yalnızlığımızın sessizliği KIDZ Dörtlüsü ile yok oluyor ve biz de çok mutlu oluyoruz. Sunumları süslemek için ünlü kurufasulyemiz, özel iftarlık kıymalı yumurtamız, mantımız, çığırtmamız ve kulak çorbamızla tüm öğleden sonra mutfakta ikimiz uğraşıyor olsak da bu bize acayip keyif veriyor. Çok şükür şimdilik yapabilecek güce ve inanca sahibiz. İşte tam bu noktada yetmişli yıllarda on yıl birlikte yaşadıktan sonra ebeveynlerimizle ayrı evlerde yaşamaya başladığımızda oluşan her pazar akşam yemeği töreninden söz etmek istiyorum. Evlerimiz arasında beşyüz metre var, yok. Her pazar akşamı babam bizi kendi evinde yemeğe çağırıyor. Nezuş gitmekten memnun; ben pek fazla değilim. Bana zor geliyor. Yine de gönüllü mecburiyetle gidiyorum. Yolumuzun yarısında kasabın önünde bir kokeriççi var. “Paranla bok ye” bağırıyor (Kaktüsle ilişkisi bu noktada ve başka bir açıklama yapmayacağım). Her seferinde çocuklar (Ümit ve Eray; 10-13 yaşlar) kokoreç istiyorlar. Almasak “erkek çocuk bir yanı şişer” diye korkuyoruz. Alıyoruz. Bu sefer de babamlarda yemek yemiyorlar. Babam kızıyor. Ben zaten gitmekten dolayı mutsuzum. Annem ortamı yumuşatmaya çalışıyor. Bir karmaşa ki hemen her seferinde bunu yaşıyoruz ve yine yapıyoruz. İşte “seçenek öldürmek” bu demek ki daha açıkcası “decide/karar vermek” demek.
Öyle anlar yaşıyoruz ki bir yanda bu kez ben bar bar bağırıyorum “On eylül abicim”…Yıl geçiyor; sonuç değişmiyor. Acaba Yunt Yokuşu için seçenek öldürürken hata mı yaptık ? Hibenin başımıza açtığı bir derde kendi kararımızla mı girdik ? Tıpkı Kokoreçcinin promosyonundaki gibi. Yoksa Yunt Yokuşu için Ber-Ank hattındaki gayretlerin sonlarında doğru mu son bir adım atmadığımız için böyle oldu ? Bilmiyorum. Sadece yaptıklarımızın sonuçlarını görebiliyorum; yapmadıklarımızın değil. “Cango’nun Tasması” da canımı sıkıyor. Her sabah Cango da bizim yürüyüş arkadaşımız. Fırat’ın kurttan bozma ev köpeği bir keresinde Cango’yu boğazından ısırınca Kerem sağ olsun ona metal bir tasma aldı. Cango da tasmayı sevdi. Geçen hafta yürüyüşün yarısında Cango da bizimle beraber sabah jimnastiği yaparken tasmasını düşürdü. Aldım ve tekrar taktım. Halbuki takarken tekrar düşeceğini düşünmem gerekirdi. Düşünmedim. Hata ettim. Düşmüş. Şimdi artık tasmasız ve her sabah ona bakınca kendimi suçluyorum. Bana uyarılı bir mesaj gelmişti. Ben mesajı okuyamadım. Seçenek öldürmede başarılı olamadım.
Babamlarda yenen her pazar akşam yemeği ve sonrasında babam yarı felçli gibiyken annem bir günde kalp krizinden ölüverdi. Babamla birlikte yeniden aynı evde, bizde buluştuk ve dört sene daha birlikte yaşadık. Üç nesil bir arada sıkıntılı da olsa yaşıyorsa bundan en çok öğrenme nasibi alanlar en genç olanlar (ÜEK) oluyor. Bu da büyük bir şans yaratıyor ( o anlarda bedeli zaman zaman ağırlaşsa da). Her akşam biz beş erkek (babam ve ben, üç oğlum) yatmazdan önce sonda takma işlemi yaparken babamın ellerimi tutuşunu anımsıyorum ve bir alıntı olarak aşağıdaki sözleri paylaşmak istiyorum (belki de bu konuda ortak yaşanmışlıklardır beraberliğimizin sevgi ve mutluluklarını yaratan doğru seçenek öldürmeler)…
“Yatma zamanı…Hepimiz yatmaya hazırlanıyoruz. Oğullarımdan birinin eline tutunuyorum, ona sıkıca asılıyorum ve bir tuhaflık hissediyorum, Ellerim…Babamın ellerine benziyor aynen !
Çok iyi hatırlıyorum, o derin çizgileri, kıvrımları. Kırılmış bir iki tırnağı, Çekiç yemiş baş parmağı, Morarmış…
Hatırlıyorum o kocaman ve sert elleri, Sanki bir marangozun elleri, Ama geceleri korkan bir çocuğun ellerini tutan da, yine aynı eller bu kez nazikçe…
Bu eller ne kadar etkileyicidir, Minik bir çocuğun gözünde, Diğer babaların elleri daha temiz olabilir…
Geçmişte çok az düşünürdüm, Babamın eldiven içine sakladığı ellerini; kirin, yağın, pasın o ellere kişilik kazandırdığını…
Geçmişe dönüp buğulu gözlerle geleceğe bakınca anlıyor insan, Benim de zamanı gelince , buruşuk ellerimdeki sevgi meşalesinin, oğlumun ellerine geçeceğine.
Lekeler, morluklar, çekiç izleri umurumda değil ! Oğlum ellerimi tuttuğunda, sevgiyi hissetmemiz en önemlisi !”
Daha ne ister insan ! Yunt Yokuşu ya da Kokoreçci Kaktüs veya Cango’nun Tasması değil “seçenek öldürme”nin mutsuzlukları ; önemli olan sahip olduğun değerlerin farkına varmak ve daha iyisi için kendini sorgulayıp yaşam gölünün karşı kıyısına atılan kulaçlardan haz duyarak ustalaşma gayretlerini inançla sürdürebilmek. Yapabilene ne mutlu !
Yolunuz hep açık ve aydınlık olsun ve inşallah bizim yerli Eric için de bir kötü sözler kutusu bulunsun, Allah onu ıslah etsin ve ekranlardan bize yansıyan günlük yaşamımızda huzur daha çok olsun. Amin.
Öykücü