“…Kaleiçindeydik. Kral Sofrasına kurulmuştuk. Keyfimiz gıcırdı. İşler yolundaydı; hem de beklentiyi aşan gerçekleşmelerle. Yeni bir kavramı öğrenmeye çalışıyorduk: MRP2. Avustralya’da kültürü gelişmiş genç hanım arkadaşımız üst yönetimdeki ilk görevinde yeni bir sistemi anlatıyordu. Dili daha çok İngilizce’ye yatkındı. Türkçesi daha zayıftı. “Kaynakları Planlama Yönetimi” demek olan bu üç harfliyi ne zaman ifade etse: “emarpitu” diyordu. Annesi ve eşi Amerikalı olmasına karşın, İsviçre’den yeni dönmüş olan genel müdürümüz ise Türkçe’ye olan tutkunluğu nedeniyle her seferinde: “merepeiki” diye düzeltiyordu. Hani “dilini eşek arısı soksun” ya da “alışmadık dötte don durmaz“derler ya işte o hesap bir çekişme olarak kaldı belleğimde bu tür anlatım çekişmeleri. Tıpkı rahmetli annemin bu tür çekişmelerden sıkılıp da pes ettiği zaman söylediği gibi “senin eşeğin daha anırgan olsun” benzeri bir yaklaşım oldu mu ? anımsamıyorum. İşte böyle bir günün yorgunluğunu giderdiğimiz gala yemeğimiz Kaleiçinde Kral Sofrasındaydı. Rahmetli Sabancı masamıza geldi. İki elini masaya dayayıp “ben hata etmişim” diye başladığı sözlerini şöyle sürdürdü…”
Merhaba
Yazımın girişindeki anı Ekim 1986 yılına aittir. CINOS’un ilk evresinde ikinci yılımdı. Özel sektörün konulara bakışına hayranlığım sürüyordu. Hoş 24 yıl boyunca hep sürdü. Bu nedenle her gün öğrenmeye çalıştım. Dağarcığımı hep doldurmak istedim. Hergünümü ajandama renkli kalemlerle yazdım. Hem de kalemlerim dolmakalemdi. Tam otuz yıl önceydi. Bay Baumann gitmiş sayın AÜ Bitki Koruma’nın başına genel müdür olmuştu. Grubun (Tarım, Sağlık, Boya Maddeleri) başında Mr. Hartland var(mıy)dı. Tam bir disiplin hakimdi. Keyfiler ise gerçekten de zirve yapıyordu. Kurumsal büyüme projeksiyonları aşılıyor ve “sıçrama” yapıyorduk. Merkezin üretim planları alt üst oluyordu. Bu nedenle daha uzun süreli planlamalar yapmak gerekiyordu. Ben henüz garip bir teknik danışmandım. Kurum henüz “ateşin yaktığını ve taşın sert olduğunu” bilmiyordu. Bunu anlaması için sekiz yıl daha geçmesi gerekiyordu. Hoş 1994 krizinden sonra 1996 da ilk global birleşmeyle de sular durulmayacaktı. İkinci bir göktaşı 1999 yılı Kasım sonunda düşecekti. Bu taş da akılları devşirmeye yetmeyecekti. Hâla Boğazın serin sularına bakıp da şampanya patlatarak Malabadi Köprüsünde yaya kalanları anlamaya çalışacaklardı. Vermeyince Mabut napsın Mamut (aslı Mahmut olsa da bence dinazorlaşan yapılarda Mamut daha uygun). Bence Mamut ne yapabilirdi; ne yapabilir; ne yapacak ?
Yazımın girişindeki mavili kısmın son konuşma cümlesidir günün trendlerinde aklımın çerçevesini şekillendiren: “…ben hata etmişim…“. İşte bu sözü bekliyorum. “Külhanbeyi”ne inanabilmek için bu sözle başlayan bir özür bekliyorum. Merkezlerine dev poster astıkları Atatürk’e gerçekten inandıklarına inanabilmek için Prof.R.Pausch’un “son ders“inde ifade ettiği “gerçek özrün üç aşaması”nı bekliyorum. Bunu yazar Ahmet’in Atatürk’e “…sen ne büyükmüşsün ki…” sözlerine inanabilmek için de bekliyorum. Bu özrü sadece kıç korkularından değil gerçekten gelecek için rahmetli Sabancı’nın dediği gibi “…ben hata etmişim meğer…” benzeri içten bir deyiş olarak bekliyorum. Boşuna mı bu bekleyişim ? Akıl suya erecek mi; ayaklar yere basacak mı ?
Otuz yıl öncesine döneyim. CINOS’ta ikinci yılımdı. Gördüklerime hayrandım. Yazıyordum; yazıyordum ve yazarken hem daha öçok öğreniyor hem de geceleri yazdıklarımı temize çekerken pekiştiriyordum. İster emarpitu olsun ister merepeiki densin yerleştirilmeye çalışılan sistem “kaynak yönetimi becerisi” ni sistem disiplini ile gelecek 24 ay için daha etkili kestirimler yapmaktı. Ülke o günlerde de çalkantılıydı. Yarının ne olacağı belirsizdi. Bizden bu koşullarda iki yıl sonrasının satış figürleri isteniyordu ki merkezde yapılacak planlamayla iki yıl sonrasının üretimine gerekli olarak lojistik bağlantılar bugünden yapılacaktı. İlk yıl katıldığım toplantı Marmaris-Martı’da yapılmıştı. İkinci yıl Antalya-Sera Oteldeydi. Bir haftalık yıllık toplantımıza bir sanat festivali de denk gelmişti (Altın Portakal olsa gerek). Rahmetli Sabancı bu festivalin onur konuğuydu. Gala yemeğimizi Kaleiçinde Kral Sofrasında vermiştik. Uzun masanın ucuna oturmuştum. Rahmetli Sabancı da oradaydı ve tüm masaları dolaşıyordu. Masamıza geldi. İki elini masaya dayadı. Hafifçe eğildi. O tipik, tatlı, Adana ağası şivesiyle, en tatlı şekilde “Ben hata etmişim. Meğer sanat ticaretten önce geliyormuş”. Hah işte bu sözcük bu sabah yürüyüşünde beynime kazındı. Bu güne özdeşleştirdim. Benzerini bekliyorum. “Bir seferlik affettim” sözlerine güvenip inanmak istiyorum. Umutla bekliyorum. Acaba aynı türden miyiz ? Nereden çıktı şimdi bu “tür” sözcüğü ?
Oğlum Ümit’in ilk sayfalarını okuyup da “Babam da sever” diyerek bana da aldığı Bay Harari‘nin “Sapiens” den ve Mendel’den bu yana mesleğimin hep merkezine oturmuş olan “Botanik/Zooloji/Biyoloji” bilimlerinin Latince alt yapısından dilime düştü “tür” sözcüğü. En zorlandığım 1963-64 “FKB Yılım” ve ardından “Ağaçlandırma” dersi ile Prof.Dr.Ercüment Orçun’un acımasızlığıdır. Belki de Alman Kültürünün baskınlığında gelişen öğretme biçiminde öylesi zorbalıklar gerekliydi. Tıpkı “no gain without pain” ya da “quae nocent docent” veya “emeksiz yemek olmaz” kavramlarında olduğu gibi. Böylece her dilde çam ağacının ne demek olduğunu ve çam dediğimde fıstık çamı mı yoksa Sarıçam mı olduğunu tartışmadan en kısa yolun, en ortak yolun, evrensel düzenin Latince olduğunu öğrendim. Böylece “Pinus pinea” dediğimde “Fıstık çamı”; “Pinus silvestris” dediğimde Sarıçam olduğunu Çinli de İngiliz de biliyordu. Peki şimdi burada ne alaka ? Biraz sabır lütfen.
Önce “O” ve “Ben” aynı türden miyiz ? “Sapiens”in yirminci sayfasına bakıyordum. Tam insan ve türler kısmından alıntı yapacaktım ki milleti sokağa dökmüşken Topçu Kışlasını kaşıdıklarını görünce iki sayfa daha geriye gitmeye karar verdim. Çünkü yine rahmetli annemden bir anı takıldı zihnime. Hani “senin eşeğin daha anırgan olsun” deyip de tartışmadan bıkkınlık getirince ara sıra suçlamayı da ihmal etmezdi: “İnadın inat kıçın iki kanat” derdi. “O”nların da inadı inat. “Can çıksa da huy çıkmaz”mış ama çok şükür ki huylu huyundan vaz geçsin diye hiç kimse can çıkmasını istemedi. Şimdi sayfa 18 den kısa bir alıntı ile affedicilik yanındaki inatçılığı düşünmek istiyorum. Ne yazmış bay Harari ?
“…İki milyon yıl önce Doğu Afrika’ya bir gezi yapsaydınız, çok tanıdık insan karakterlerine tanık olabilirdiniz…Bu arkaik insanlar aşık oldu, oynadı, arkadaşlıklar kurdu, güç ve statü için mücadele etti. Bunu babunlar, şempanzeler ve mamutlar da yapıyordu. İnsanların hiç de özel bir durumu yoktu…Biyologlar organizmaları türler halinde sınıflandırırlar. Hayvanlar eğer birbirleriyle çiftleşip üretken yavrular yapabiliyorsa aynı türe ait oldukları varsayılır. Atların ve eşeklerin yakın geçmişten ortak bir ataları vardır ve bu iki hayvan pekçok fiziksel özelliği paylaşır. Buna karşılık birbirlerine pek az cinsel istek duyarlar. Eğer teşvik edilirlerse çiftleşirler de, fakat katır adı verilen yavruları kısır olur. Dolayısıyla eşek DNA sındaki mutasyonlar asla atlara geçemez. Bu iki tip hayvan sonuç olarak ayrı evrimsel yollarda ilerleyen iki ayrı tür olarak kabul edilir…”
İşte aklımın takıldığı yer…Bugün ülkemde yaşadığım sıkıntılar, üzüntüler, acılar, yiten canlar hepsi teşvik edilmiş bir türler arası çiftleşmenin sonucu mudur ? Ne alaka mı ? O zaman “insan” denen “Homo” cinsinin “sapiens” türüne gelinceye kadar geçirdiği evrimsel süreç sonucunda dünyada sadece “Homo sapiens (Zeki İnsan)” ler mi var; yoksa az da olsa Asya kökenli ve “Dik Adam” demek olan Homo erectus veya Endonezya’lı “Homo floresiensis (Cüce İnsan)” ya da “Homo ergaster (Çalışkan İnsan)” var da bunların çiftleşmesinden mi bunca acı, bunca gözyaşı, bunca gözü kararmışlık, bunca gözü doymazlık ?…
Ya yazımın başlığındaki “Küresel Vizyon” veya “Evrensel Düzen” ? Bunun içinde Sapiens’in 177 nci sayfasına bakalım. Kendini Osmanlı sanan imparatorluk gücü heveslileri; hocanın “köy sandığı” hesaplarından (ben çocukken ellili yılların başlarında Fuar zamanı her yıl Soma’dan İzmir’e gelirdik. Dönüş günü burunlu Mercedes otobüsün koltuğuna oturunca ön kapıdan bir sakallı biner ve elinde uyduruktan makbuzla “Camiye Yardım” toplardı. O düzenbazlar dah insaflıydı. Bugünün düzenbazları topladıklarını koyacak yer bulamıyorlar; kasalardan, kutulardan taşan paraların bir kısmını cukkalayınca yandaşları kıyametin kopacağının ilk işaretleri ortalığa dökülüyor; adamı koskoca bankanın genel müdürü yapmışlar adam nelerle uğraşıyor. Henüz sıkıntının bu kısmı daha ortalığa dökülmedi. Kimsenin bu aralar Amerikada tutuklu İranlıyla uğraşacak hali yok) taşan paraları cukkalayınca kopan kıyametten sonra cana kasteden kanlı girişimler bana son üçbin yıldan bu yana Bay Harari’nin dikkat çektiği “Üç Evrensel Düzen“i düşünmeye itiyor. Duramıyorum; durunamıyorum. Ne yapsam ki ?
“…İnsanların kurduğu tüm hayali düzenler insanlığın önemli bir kısmını dışarıda bırakmaya eğimliydi (“Biz” ve “Onlar”). Milattan önceki bin yıl üç ayrı evrensel düzenin ortaya çıkışına sahne oldu. Bu düzenlerin takipçileri tarihte ilk defa tüm dünyanın ve tüm insan ırkının tek bir sistemle yönetilen tek bir birim olduğunu hayal edebiliyordu. Herkes en azından potansiyel olarak “biz” di; artık “onlar” yoktu. İlk evrensel düzen ekonomi üzerinde yükseldi: Parasal Düzen. İkinci evrensel düzen siyasiydi: İmparatorluklar Düzeni. Üçüncü evrensel düzense diniydi: Budizim, Hristiyanlık ve İslam gibi dinlerin evrensel düzeni...” Ben bu üçünü farklı sıralayıp “DİN 2Üçgeni” hazırladım. Neden “DIN2” ?
Daha önceden de kültürü oluşturan üç temel kriter olduğunu öğrenmiştim: Değerler / İnançlar / Normlar ve bunlardan “DIN1Üçgeni” düşünmüştüm. Erzurum 1969 dan başlayan “Üçgenlerle Kestirme” den başlayan bir üçgen yapılanması ve hiyerarşisi oluştu zihnimde. Aslında biraz daha geriye gidip altmışlı yıllardaki (1960-63) İzmir Atatürk Lisesindeki üçgenleri, dik üçgeni ve Pisagor Teoreminin zihnimde bir alt yapı oluşturduğunu da kabul etmem gerekirdi. Erzurum’da su yüzüne çıkan ilk üçgenlerle öğrenme yolculuğunda hem “ödül ve ceza” birlikteydi; hem de “adamına göre muamele” için taşları sıralayan “insan uslupları” nın ilk vurucu, yıkıcı ve yakıcı öğretisiydi. Bu da “HIT Üçgeni” ni şekillendirmişti (Hassas/İhtiraklı/Tavikli > Şampanyanın tıpası tepesindedir > Hele bir kafası atmaya görsün).
Ya sizin özel ya da iş yaşamınızdaki, öğrenmelerinizi kalıcı kılan, gayretlerinizi etkinleştiren “stratejik üçgenleriniz” nelerden oluşuyor ? Üçbin yıldır dünyayı üç gücün etkisinde sözde “biz” olmaya götüren “Para/Siyaset/Din” üçlüsünün üçünü de en yalın şekliyle 172 515 sürecinde yaşamadık mı ? Kanalizasyon işlerinden sorumluyken kozmik oda sırlarının hocanın takımına verilmesine yol açmış, bugün devre dışı bırakılmış, saçı ağarmış yaşlı adam “ahmaklık” yerine; utanmadan, sıkılmadan sosyal medyadan hâla “hesap soracağım” diyerek üste çıkma gayretleri yerine (bir diğer öyküdeki Alinin Papağanı bu durumu görseydi, geriye dönüp “Ali başımı kessen de ben bu usulü bilmiyorum bakacağım” demekten kendini alamazdı), inandırıcı bir içtenlikle rahmetli Sabancı gibi hatasını itiraf etse, Prof.Pausch’un öğrettiği gibi özür dilese yüreğimin sızısı azıcık da olsa geçecek. Heyhat… Nesrin Körükçü’nün sesinden dinlerken şarkının girişindeki neyin hüznü var yüreğimde (https://www.youtube.com/watch?v=4csFA14QKjI).
Sağlık ve esenlik dileklerimle her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan aydınlık yollarda görüşmek üzere.
Öykücü