“…Uçağın motorları durur ve uçak düşmeye başlar. Anons verilir: “Çarpmaya hazırlıklı olun; can yeleklerinizi giyin, uçak düşüyor“. Dursun hemen can yeleğini giyer. Temel sakince yerinde oturmaktadır. Dursun dayanamaz “Ula Temel” der “Uçak düşüyor“. Temel aynı sukunetle yanıtlar “Düşerse düşsün, babamın uçağı mı ?“…”
PLN-D&D > ACA “Yaşam Bohçamdan (2) / Üçün Güzelliğini unutmamak
Merhaba
Bu kısa ve anlamlı fıkra geçen gün izlediğim “Sully (Tom Hanks & Clint Eastwood; https://www.youtube.com/watch?v=mjKEXxO2KNE)” filminin etkileri altında su yüzüne çıktı ve gelip güncelin acı görüntüsüne oturdu. Otururken “cuk” etti mi ? “Cuk” ettiyse yürek buruntularım daha mı çok artacak ? Hayat bir simulasyon mu ? Simulasyonda insan faktörü ne kadar önemli ? Nasıl baştan hazırlık olabiliriz ? Hata nerede ? Hatalardan kim, ne öğrendi ? Öğrenilenler ne işe yarayacak ? Dibe vururken neleri, nasıl yapıyorsun ? Kuşkuların neler ? Kendini sorguluyor musun ? Sorular, sorular, sorular ve yanıt ne zaman anlamlıdır ?
Ülkeme bakıyorum da otorite aynı Temelin görüntüsünde; utanılası bir aymazlık tutumu içinde. Belli ki ne düşüşten kendini sorumlu tutuyor ve ne de nuru gitmiş yüzlerde azıcık da olsun arlanmanın etkisi ile gözler yere bakıyor ya da yere bakmayan gözlerde pişmanlık okunuyor. Başlarken ülkeyi şirket gibi yönetmeyi hüner saydılar. Bu yaklaşımı açık etmekten de çekinmediler. Sanki Enron’daki açıkgözün bile bile yaptıklarından sonra şirketini batırırken kişisel çıkarlarını maksimize etmesi gibi bir yanda kutucu ve kasacılarla soyulan ülke, diğer yanda herşeyi satıp da elde edilenle “işletme sermayesi” yerine taşa toprağa, köprüye, alana yapılan “yatırım sermayesi” (!) nin acı reçetesi altında tahtıravalli ile gidilen uçurumun kenarındaki oyun içindeki ateş dansı…Adamlar gördüler ve önlem olarak “SOX Yasası”nı çıkardılar. Yoldan sapanın gözünün yaşına bakmadan halkın ekmeğinden çalanları birinci derecede cinayetle suçlamaktan çekinmediler. Biz tekmeciyi bırakıp, idam ipi tezgahlıyanlara ödül verip, deli dana misali ne yaptığını bilmez, kendini bilmez, haddini bilmez kişilerin elinde oyuncak olduk göz göre göre…Ve de üstüne üstlük yoldan sapanları koruyacak yeni ve temel yasayı çıkarmayı her koşulda metazori çıkartma çalışıyoruz. Bu ne yaman çelişkidir Allah’ım. Hangimiz ters yoldayız ? Biz neden böyleyiz ? Bugün Sözcü’deki Soner beyin köşe yazısından “Devlet” tanımına esas oluşturan farklı bakışların ana karakterlerine baktım. Bir daha baktım. Bir daha… Bizim devleti ve devletlûlarımızı tanıyamadım; göremedim bu tanımların hiçbirinde. Yine ensem karardı. Ne olacak halimiz ?
Önceki yazımda “İMİ” nin ilk “İ” si olan “İmaj“dan ortadaki “Makyaj“la ikinci “İ”ye geçişi anlatmaya çalıştım. Pencerenin dış pervazlarını boyamakla ne yenilikçilik olur ve ne de bugün basında köşelere oturtulan TUİK verileriyle artan milli gelire olan inançla ikinci “İ”nin sahibi olan “İtibar“a kavuşulur…Bu alavera/dalavera ne köylü Mehmet ağaya birşey anlatır, kazandırır ve ne de numaratör Hans beyi etkiler. Yapılan yeni yıla giriş öncesinde dar gelirliye verilecek olan üç kuruş zammı ikinci planda bırakan yeni tartışma konuları yaratmaktan öteye geçmese de bu işi iyi biliyorlar. Her ne kadar ata binerken düşseler de bu sahada iyi at koşturuyorlar. Bir de bakıyoruz ki ne Üsküdar kalmış varmadıkları ne de ülkemin hazinesinde tek kuruş. Ekranlara bakan Duru (4) bile henüz okuma yazma bilmezken, sadece gördüklerini elindeki kalemle kağıda yansıtırken “DOLAR BOZ” yazmasın mı ? …”Oh my God”. Özellikle İngilizce “Aman Allahım” dedim ki parasının üzerinde “Sadece Tanrıya güveniriz (diğer herşeyi ölçeriz ve denetleriz)” diyen el oğlu uyarıyor. Anlayan var mı ? Yola çıkarken “Şirket gibi yöneticiz” dediler; Şirket gibi yönetmede bile ülkeyi “sahiplenme” yi öğrenemediler. Öğrenme umutları(m) var mı ?
Tek sözcükle: Yok. Ne onlarda ne de onlara karşın çözüm yolları sunacak olan sözde babadan kalma dar kılıç olanlarda umut var. Umut yok. Kurtuluş için daha neler çekmemiz gerekecek kimbilir. Soner beyin “devlet” temalı (ama bahçesi olan devlet değil) tanımlarını kesip defterimin bugün sayfasına yapıştıracağım (ne işe yarayacaksa ?). Bu konudan kurtulmam, aklımı sıyırmam gerek. Kurtulurken “sahiplenme”yi korumam gerek. Sahiplenmeyi somutlaştıracak kriz yıllarının öğretilerinden bir mesaj türetmem gerek. Bu düşüncelerle bir yanda PLN-ANT-ACA-“Yaşam Bohçası” kayıtlarımı montajlarken bir yandan da şirket olarak yaşadığım(ız) 1994-2004 yılları arasındaki on yıldan üç somut örnek üzerinde durmak istiyorum. Neden ?
Bu on yıl, içinde iki global birleşmeyi ve yıkıcı/yakıcı etkilerini barındıran “olmak ya da olmamak” etkili bir süreçti. Kaos vardı. Hem ülkesel (1994 yılında 5 Nisan kararları; 2001 yılındaki finansal kriz) hem de kurumsal (1996 CINOS’un “NO”laşması; 2001 “Syn”leşmesi) olarak. İlkinde satışın bölgesel sorumluluğu içinde ölçülebilir ve doğrudan sorumlu olduğum verilerle; ikincisinde doğrudan hiçbir sorumluluğumun olmadığı deneyimlerimle sınırları aşacağım (Rubikon’u Aşmak) fırsatlar gelişmişti. Birincisinde “Gönüllü Mecburiyet (MOB-Mutually Obligation)” ikincisinde “Etkili olmak (BeE-Be Effective)” kavramlarım öne çıkıyordu. Burada (ve buradan sonra) bir işe yarayacak mı bunları dillendirmek ?
Yanıtı da şu olabilir: “Ben kuşların önüne atarım. Yerler mi yemezler mi ? bu onların tercihi” diyecek kadar mı ileri gider yargılarım tıpkı gümrükte deklare edecek birşeyi olup olmadığını soran görevliye şişkin valizli adamın yanıtı gibi. Bu yöne yöneldiğimde ve diğer laptopumda sevgili ACA nın dördüncü kesim montajı sürerken (başına EPY/Bursa 2006 dan Bekir beyin sözleri; araya 2000 Akdeniz seralarındaki gayretler ve 1997 de İzmir’de Merih hanımdan sözlerle “üçün güzelliği” ve sonuna da Netdirekt’den güncel Kerem’in görüntüsünde “akıl ve dudak uyumsuzluğu” nun faydası gibi eklemelerle) yazım daha da anlaşılmaz olsun diye (aklına dur diyemezsen olacağı bu) ASA‘yı da koyuveriyorum. “Koyuvermek” ne de güzel bir sözcük. Şimdi bu sözcüğü översem anlatımım nereye kayacak ?
Yıllar önce (ben diyeyim altmışlı yıllar), Bodrum’da bir pazar yeri. Daha çok yerli halkın ürettikleri yerlere açılmış köylü hanımların bezleri üzerinde yeşillikler ve sebzeler. Hemen bunların yanında satıcılarının renkli, türlü sesleri (tıpkı bugün-Çarşamba günü Bostanlı Pazarı gibi) birer pazarlama cümbüşü, promosyon dehası… Tam bir bayram yeri gibi. Giysi satan bir çığırtkanın sesi hepsini bastırıyor: “Allı verelim. Morlu verelim. Sarılıverelim. Açıksa koyuverelim“. Niyeti kötü mü ?
Aklımın kıvrımlarındaki gelgitlerin tsunamileştiği süreçte sadece silkinebilmek ve avunabilmek için bakışımı değiştirdiğim (Red’le beklerken özlem duyduğum) yönlerde yolun(m)uz hep açık ve aydınlık olsun.
Öykücü
NOT: Yazı uzadı. Dallanıp budaklandı. Seçtiğim on yıllık (1996-2006) süreçteki üç kriz örneğinde (TPS/PL/TPK) neler yaptık, nasıl yaptık, neden yaptık, ne işe yaradı, ardılları neler oldu ? vb soruların yanıtları yine bir başka bahara (güz> yine hazan mevsimi geldi, yine yapraklar rüzgarların peşi sıra gidecek …) kaldı. Ara verdim. Bugün Bostanlı Pazarı ve bomboş otoparktan çıkarken “Kadı Kızının Kusuru”nu anımsatan “Sakınan Göze Batan Çöp” benzeri bir küçük (!) olay şunu dedi bana “Dur dinlen ! Ruhun sana yetişsin” ya da daha açık uyarıyla “Nice turfa müneccim gökte yıldız ararken önlerindeki çukuru görmezmiş” ve hatta daha ilerisi “Alemin gözünde çöp ararken kendi gözündeki merteği görmemek” miyopluğunda can sıkıntısıyla “Kaktüsteki Kırmızı”yla karardı ruhum. Elbet bunda da bir hayır vardır diyelim de hayır olsun…