“…Bir zamanlar büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın 4 eşi varmış. Kral en çok dördüncü eşini severmiş, bir dediğini iki etmez, her şeyin en iyisini, en güzelini ona verirmiş. Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edeceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş. İkinci eşini de severmiş kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur, sorunun çözümünde ona destek verirmiş. Kraliçe olan, kralın birinci eşiymiş. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven, sağlığına ve hükümdarlığına en çok katkı sağlayan bu eşi olmasına rağmen kral, birinci eşini pek sevmezmiş ve onunla çok ilgilenmezmiş. Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yapayalnız kalmaktan korktuğu için eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş…”
Merhaba
Son dört yazım hep taslakta kaldı. Çünkü odaklanamadım. Çünkü yakın ve uzak bakış arasında kayboldum. Bir ara merdivenin son basamağında metronom gibi sallanmakla yaşadığım ürpertiyle başladım. Bir yere kadar geldim. Ana fikri “babam kadar cesur olsaydım” keşkesine döndü. Sevmedim. Bıraktım. Silemedim de. Taslak halinde iki paragraflık şekliyle blogumu “edit” amaçlı açtığımda karşıma çıkıyor. Ben de ona anlamsız gözlerle bakıyorum. Bir başka yazım “Oyunlar” başlığı altında oluşmuş. Gelişmemiş. Film bile eklemişim. Güncel değerini yitirmiş olmalı ki aklımda ve ruhumda izlerini görmüyorum. Son yazıma dün başladım. TED Konuşmalarından etkilenerek yazdım. En çok da Pamela Meyer‘in “Karakter karanlıkta ortaya çıkar” sözlerinden etkilenerek şekillendirmeye başlamışım. Yazımın başlığına “Kırınganlık” demişim ve bunu da yine TED’teki “The Power of Vulnerability” konuşmasından esinlenmişim. Hava yağışlıydı. Ilıktı. Dün bizi ıslattı; hem sabah yürüyüşünde hem de iftar sonrası gecenin onundan sonraki yürüyüşte iki kere ıslattı. O yazı da yarım kalmış. Bugün neden “İçsel Motivasyon (MAP)” ?
Bir hafta önceydi. UN ile buluştuk. Birlikte yola çıktık. İlk adımı attık. Konuşma halkasında otuz kişi olduk. “Biz kimiz ?” sorusuna içtenlikle yanıt aradık. Sahip olduğumuz üç temel değerin farkına varmak için kendimizi sorguladık. Kurum, Görev ve Birey olarak içe bakışımızı öğrenmeye çalıştık. Grubumuz hevesliydi. Otoritenin beklentisi netti. Ölçülebilen bir değer vardı. Bu değer yetmiyordu. Daha fazlasını istiyordu. Yazıma eklediğim video bu ilk adımdan bir kesittir. Nasip olursa gelecek hafta ikinci adıma başlayacağız. Ne yapmaya, neden ve nasıl yapmaya çalışıyorum ?
Son otuz yılıma bakıyorum ve gerek CINOS’un üç evresinde (1985-2009) ve gerekse “Mustafa Artık Serbest (MAS / More And Smarter)” olan son sekiz yılımda (ABG, AS,PLN ve ağırlıklı olarak Netdirekt) görebildiğim heveslerden “İçe Bakış”ı görüyorum. CINOS’un ilk evresinde Mr.Baumann ve yerel temsilcisiyle (rahmetli HB ve Allah selamet versin EK) ile “eli sopalı yolculuklara” şimdi gülümsyerek bakabiliyorum. Ya o günlerde… Üstelik bir de Vezir olma umudunu göremeyen piyonların etkileşiminde tünelin ucu da karanlıkken. Otuz yıl önce CBalı Danışman Mustafa’nın hissettikleriyle bugün SMlu Ustabaşı Ahmet’in hissettikleri farklı mı ? İkisinin de iç dünyasında şu sözler yankılanıyordu “Nol’cek & Nap’cez”. Kendi etkileşimleri dışında ve fakat ilgi alanları içinde olacaklarla, odak kayması yaşarlerken ne yapacakları konusunda şaşkındılar. Doksanlı yıllarda her şey yolunda giderken, hedefe ulaşıp ekstra primlerle mutlu mesut yaşarken başlarına düşen göktaşı yine karamsarlık yaratmıştı. Kısa da sürse havuç işe yaramıştı. Her ne kadar üçüncü yılında havuç artık kazanılmış bir hak olarak görülse de otorite “More And More And…(MAMA)” diye sürekli hedef yükseltip bağırıyordu. Vezirleşme umudu olmayan piyonlar da aynı şekilde “More And More And (MAMA)” diye haykırıp eriştikçe daha çok para istiyorlardı (Dikkat: MAMA lık çok farklı anlamları ve kullanma alanları olduğunu anımsayın). Ne zaman ki 1994 e gelindi; ilk ülkesel krizle çöktüler. Otoritenin piyonları görecek hali kalmadı ve kendi derdine düştü. Ayıp olmasın diye ara sıra geminin güvertesinde kristal kadehlerle şampanya içemezsiniz; “geçti Bor’un pazarı…” benzeri sözcüklerle memolar gönderse de kristal kulelerinde onlar da “Nol’cek & Nap’cez” çemberine sıkışıp çırpınıyorlardı. Ardından bir de global birleşme (1996) gelince seyredin siz gümbürtüyü. Hava puslandı. Dalgalar kabardı. Kapılar kapandı. Ben ne yaptım ?
Kimi zaman “tavuk sersemken…” benzeri baksalar da; kimi zaman da “ben polemiğe girmem… geçerim” benzeri horozlanmalar olsa da hem 1994 de “PL ve TPS Seferberlikleri” ve hem de 1997 de “Devşirme Güçler”le sınır ötesine geçmelerle “İçsel Motivasyonun Haritasını (MAP)” aktifleştirdim. Gerek Akhisar Tütün Otelde gece yarılarını aşan keyifli yorgunluklarda; gerek Alaşehir odaklı Sultana Projesi gayretlerinde tek bir teşvik vardı: İçsel Motivasyon. Hepimiz Gerçekten anlamlı bir şeyde gittikçe daha iyi bir seviyeye gelmek için mutlulukla, memnuniyetle ve gururla “Ustalık” sergiliyorduk (Mastery/Ustalık). Hiç kimse bize şunu yap, bunu yapma demiyordu. Birlikte ne yapacağımıza karar veriyor ve doğruluğuna inanıp, ustalığımıza güvenip yapıyorduk. Kendi hayatımızı yönetme isteğimizi eyleme geçiriyorduk (Autonomy/Özerklik). Bir amacımız vardı. Amacımız netti. Mesleğimizi sergilemek ve ustaca, özerk olarak net amacımıza ulaşmak istiyorduk. Bizden daha büyük bir şeyin hizmetinde birşeyleri gerçekleştirmenin derdindeydik (Purpose/Amaç). Böylece ustalıkla (M), özerk olarak (A), büyük amaca ulaşma (P) gayretiyle kendi “İçsel Motivasyonumuzun Haritası(MAP)” nı yapmıştık. Ödülünü de gördük. Binlerce şükür.
Haftaya da inşallah aynı “SIMO MAP” ile benzerini UN ile birlikte gerçekleştirme gayreti içinde keyifli bir öğrenme yolculuğuna çıkacağız. Yolumuz, yolunuz hep açık ve aydınlık olsun. Gözümüz ekranda terleyen yalancıları görmekten kurtulsun ve bir fayda sağlamak, bir iz bırakmak yolunda eylemli olmanın hazzı ile keyifli ve huzurlu günler dilerken öykücü Kralın Dört Karısı öyküsünü de tamamlamak istiyor:
“…Bir zamanlar büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın 4 eşi varmış. Kral ençok dördüncü eşini severmiş, bir dediğini iki etmez, her şeyin en iyisini, en güzelini ona verirmiş. Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edeceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş. İkinci eşini de severmiş kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur, sorunun çözümünde ona destek verirmiş. Kraliçe olan kralın birinci eşiymiş. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven, sağlığına ve hükümdarlığına en çok katkı sağlayan bu eşi olmasına rağmen kral birinci eşini sevmezmiş ve onunla hiç ilgilenmezmiş. Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yapayalnız kalmaktan korktuğu için eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.
En çok sevdiği dördüncü eşine ölüm yolculuğunda kendisine eşlik etmek ister mi diye sorduğunda aldığı yanıt kalbine bıçak gibi saplanan kısa ve net “mümkün değil” olmuş…
Hayatım boyunca seni sevdim. Sen benimle birlikte olmayı kabul eder misin, sorusuna üçüncü eşi de “Hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim” diye yanıt vermiş. Kral bir kez daha yıkılmış.
Her sorunumda her zaman yanımda olan, bana yardım eden sendin, bu sorunumda da bana yardımcı olur musun, talebine karşı ikinci eşinden “Bu sorunun için hiç bir şey yapamam, olsa olsa sana mezara kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım” karşılığını almış.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesiyle irkilmiş, “Nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim”. “Ah” diye inlemiş kral “Keşke bir şansım daha olsaydı”…”
Yaşamda hepimizi dört eşliyiz aslında. Dördüncü eşimiz bedenimiz. Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, ne kadar kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir. Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır. İkinci eş, ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı paylaşlatığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamaları olacaktır. Birinci eşimiz ise ruhumuzdur. Bizimle gelir.
Unutmayın yediklerimiz değil, hazmettiklerimiz bizi güçlü kılar. Kazandıklarımız değil, biriktirdiklerimiz bizi zengin yapar. Okuduklarımız değil, hatırladıklarımız bizi bilgili yapar. Başkalarına verdiğimiz öğütler değil, bizzat uyguladıklarımız bizi insan yapar.
Yukarıdaki satırlar 22 Eylül 2010 da Çeşme-Marina-D&R dan aldığım “Kendi Kutup Yıldızını Bul” isimli kitaptan (ki o da basariyolu.com dan alıntı yapmış) ödünç alınmıştır. Buna inanarak haftaya yeni bir yolculuğa çıkacağımızı bir kez daha yazarak hoşça kalın diyorum.
Öykücü