Yaşam Büfesinde “Bedel”

” Topalak çapacıya “Kaldır ayağını ben geliyorum” demiş; Çiftçi Topalak’a “gece otu” dermiş. Topalak çapacıya “Allah razı olsun beni traş ettin” diye sevinçle seslenmiş. Bu diyalogların ortak mesajı ne olabilir ?…”

Bugün (2017) dünden (2005, 2012) güç alarak yarınlara (2020, 2026, 2032) uzanır (ABİDE)

Merhaba

Kısa olan hayat sadece bizim için değil tüm canlılar için çok hızlı akıyor. Topalak için de. Çiftçi için de; ne yapmalı ? Yazımın girişindeki bir başka öykü, mesaj vardı. Dün Aydın-Kuşadası-Bornova-Karşıyaka-Çeşme turu yapıp da keyif alınca o öyküyü kesip aşağıya aktardım. Topalak öyküsü koydum. Bu öyküyü tam otuz yıl önce Burunköy’de duydum ve çok kullandım. Nerden aklıma düştü otuz yıl önceki öykü ?

Önce şu söze inanarak ve defalarca yineleyerek tekrar yazmak istiyorum: “Bugün (2017) dünden (1987) güç alarak yarınlara (2020 /BEC; 2026 / IC; 2032 /DC) uzanır”. Beş yıl önceden kimi kayıtları ele alıp “yaza veda” başlığı altında bir montaj film yapmışım (18dk). O filmden daha kısa bir montaj hazırladım (5dk). Bu filmi hazırlarken de biraz daha geriye bakmışım ve “Başarı Çıtası“nın zirve yaptığı 2005 yılına uzanmışım. Bir yıl önce (2004) Mısır’da ilk kez yurt dışı yıllık toplantısı yapan CINOS’un üçüncü evresi çalışanları bu kez Brezilya/Rio’da toplanmışlardı (2005). Orada gördüğüm bir manzarayı temalandırıp “Kimin ipiyle kuyuya inersiniz ?” diye bir soruyu ortaya atmışım. Kameraman Hakan şimdi Bursa-Nilüfer’de iyi bir konumda; benimle kol kola duran Orhan şimdi kendi şirketinde mutlu mesut yoluna devam ediyor. Ne yazık ki “Ben de varım” diyen sevgili Muharrem’in vefatını çok geç öğrendim. Üzüldüm. Onun inançlı gayretlerini, öğrenme hevesini gerek SSTC Ustalık Yolculuğunda (Çeşme/Altın Yunus / Aralık 1999) ve gerekse “İzleme Çalıştayları“nda (Bursa, 2000) çok iyi anımsıyorum. Bir kez daha rahmet diliyorum. Mekanı Cennet olsun. Yazıma eklediğim filmin ağırlık noktasında 2012 Çeşme günleri var ki hem ABİDE’mizin genel görüntüsü ve hem de “İrem/Duru” ikilisindeki “Ablasının Kuzusu” kareleri yarınlar için en büyük umudumuz.  Nitekim dün babasından 130 TL isteyip de üzerine bayram harçlığından 100 koyarak Duru’ya ayakkabı alması İrem için, beş yıl sonra “Kuzusunun Ablası” sözlerimi nasıl da haklı çıkarıyor. Böylesine inisiyatif kullanma, böylesine sevgi yumağı, geçen beş yılda nasıl da topaklaşarak şekillenmiş. Daha ne ister insan ! Yazımın devamındaki mektuba bakınca dünden yarına ait kestirimlerin, dileklerin, niyetlerin neler getirdiğine bakarsak neler görürüz ?

Mektuptan önce beni o mektuba yönlendiren düne bakmakla başlayayım. Dün sabah Çeşme’den erken yola çıktık. Sakin, serin ve Eylül güzelliğindeki bir güneş eşliğinde Aydın’a ulaştık. Aydın Göz’de Prof.Dr.Erkin Kır‘ın özel konukları olarak tüm testlerden geçip göz tansiyonu konusunda gerekli incelemeleri yaptırdık. Üç doktor oğlumz var: Eray/İlter/Erkin (EİE) ve ben bu üçlüye “ARO Üçlüsü” diyorum. Açılımı basit: Allah Razı Olsun Üçlüsü. Dün Erkin’le, bugün İlter’le ve her gün Eray’la kendimizi her zaman çok şanslı, hasta değil sağlık turizminin talihli yolcuları sayıyoruz. Şükür, şükran ve dua dolu olarak Aydın’dan dönüşe geçtiğimizde otuz yıl önceki anılarım depreşti ve sağa dönüp Çine yoluna saptım. Rahmetli Menderes’in çiftliği Çakırbeyli’den sağa dönüp, Çakmak yoluna döndüm. Bir zamanlar “Pamuk Üretme İstasyonu (PÜİ) olan Çakmar’daki daha daha eski olan anılarımı yaşadım. Rahmetli Dr.Coşkun Saydam liderliğinde Buğday Projesi çalışmaları sırasında bu istasyona çok uğrardık. Yetmişli yıllarda istasyon müdürü Fahri Beydi. Nazilli Pamuk Araştırma Enstisü bağlı kuruluşu olan bu istasyonun müdürü hangi Fahrettin idi ? İki Fahrettin vardı; birinin soyadı Kaymak diğerinin Altınkaya (!) idi. Net bildiğim gözüne bakıp da kendi aramızda “Kör Fahri” dediğimizdi. Bizi olanaklarına göre her zaman içten ağırlardı. Daha sonra o kuruma Mustafa Çimen müdür oldu. Onun zamanında Mineler Mevkiindeki pamuk ekilişinde pamukçunun derdi olan Topalak  (Cyperus spp) yabancı otuna karşı DL isimli ilacın, farklı karıştırma aleti kombiznezonlarında etkisini gözlemek için deneme açmıştım. Mustafa daha sonra Bornova ZMAEnstitüsüne tayin oldu. Şimdi emekli ve ruhsat amaçlı ilaç denemesi yapan bir şirketin ortağı. Çakmar PÜİ’na daha sonra Hayati ve Tayyar beyler müdür oldular ve şimdi orası Adnan Menderes Üniversitesi Ziraat Fakültesinin kampüsü. İdeal bir konumda Prof.Dr.Cezmi Öncüer rektörlüğünde hızlı gelişen ziraat fakültesi. Ne yazık ki diğerlerinde olduğu gibi hocalar hemen yanıbaşlarındaki çiftçiden hâlâ kopuklar. Ne çiftçi onlara geliyor ne onlar çiftçiye gidiyorlar. Bir video kaydımda net şekilde görüldüğü gibi ilaçlı savaşımda başarılı olamayan, canı yanan, ürünü zarar gören çiftçi Mehmet aynen şöyle bağırıyor: “Ben ziraat mühendislerinin bir şey bildiğine inanmıyorum; ben onlardan daha iyi biliyorum“. Çakmar’dan geçip Koçarlı’ya vardım. Yola devam edince Ramazan’ın köyü Yeniköy, abisinin belediye reisi olduğu Bıyıklı ve onun aracılığı ile randevu alıp da gittiğimiz Bağarası’ndaki üfürükçü hoca. Bize yakışmadı gibi görünse de, bazen tedavi hastalıktan daha çok acı verse de ne yazık ki seksenli yılların başlarında genç yaşında kanserin dayanılmaz acılarında kıvranan İkbal abla için bunu da yaptık. Çare oldu mu ? Ne gezer ! Denize düşenin sarıldığı ümitsizlik simidiydi. Söke ovasına çıkmak üzereyken en son köy olan Burunköy yazımın girişindeki sözleri otuz yıl önce duyduğum yerdi. Bir ilacı pazara verme hazırlığındaydık; pamukta yabancı ot pazarına. Mevcut ilaçların çözemediği Topalak hedefimizdi. Ne yazık ki mücadelesi çok zor bir ot seçmiştik. Mecburduk. Çünkü ilacımızın rakiplerine oranla dört kat fazla olan maliyetini kabul ettirmek için bir fark ortaya koyması gerekiyordu ve bu otu seçmiştik. Zorluğun bir diğer yönü söz konusu otun otuza yakın farklı türü vardı ülkemizde. İlacın performansı tek yıllık, sarı çiçekli C.esculentus türüne etkisi yeterliyken; çok yıllık, mor çiçekli C.rotundus türüne karşı ise yetersizdi. Üstelik ilacın kullanımı alışkanlıkları değiştirmeyi, tarlada usta ve uzman olmayı gerek kılıyordu. Bu nedenle üzerimde kırmızı tulum, kahvelerde, tarlalarda, gece gündüz demeden “Nane Yağcılık” yapıyordum. Daha sonra bu yaptıklarıma “Sales Support Pull” gibi bilimsel bir isim de bulacaktık. Ne kadar işe yaradı ? Satış sonuçlarına ve otoritenin maratona yetmeyen nefes darlığına bakarsak pek fazla işe yaramadı.

Bu anılarla Kuşadası sonrası Selçuk’ta otuz yıl önceki benzer anıların bir parçası olan meslektaşım Erdinç Topçu’ya uğradım. Görüşemedik. İşte pamukçunun “troublesome” dediğimiz “baş belası” ot için çiftçinin çıkardığı söylentilerdir yazımın girişindeki sözler. Anlamı, Topalak derttir ve çapa ile baş edilmesi pek mümkün değildir. Çapacı topalak otunu çapa ile kestiğinde o kadar hızlı büyürmüş ki çapa yapan çapaçıya, daha hemen o anda  “Kaldır ayağını ben geliyorum” dermiş. O kadar hızlı büyürmüş ki topalak, çapa yapıldığı günün gecesinde tekrar gelişip ertesi gün yine tarlayı sararmış. İşte bu nedenle ona “Gece Otu” dermiş çiftçi. O kadar hızlı büyürmüş ve çapadan sonra daha fazla gürleşip yayılırmış ki çapacıya dönüp “Allah razı olsun beni traş ettin” dermiş topalak. Tüm bu sözler çapa yerine ilaçlı savaşıma yönelmeyi destekliyordu. Öykülendirmemizin amacı da buydu. Öyküyü ustasından (çiftçi) alıp ustasına satıyorduk. Ve bunu yaparken biline tekerlemede dikkat çekildiği gibi yattığımız yerden korkumuz yoktu.  Ot hızlı, zaman değerli, tarlada çalışmak zor, sonuçlar iç açıcı değil ve şikayetçi olan sadece pamukçu mu; ya ülkemin tüm insanları; ya rahmetli Özla’dan sonra köşe dönmenin maharet sayılıp yitirilen etik değerler…Dünden yarına neleri nasıl aktarıp da bir faydamız dokunacak ?

Otuz yıl öncenin anıları Söke’den Kuşadası üzerinden Çeşme’ye kadar beni kovalayınca çatıya çıkıp 1986 yılı ajandamı alıp geldim. Bir yıl sonrasından bir istifaya ait mektubu saklamışım ve aşağıya aktarıyorum:

…Sekiz yıla varan mesaiden sonra çok sevdiğim CG camiasından Aralık 1987 sonu itibariyle ayrılmaktayım. Hepinizle tek tek görüşemeyeceğim için kısa bir mesajla hepinize veda etmek istedim. Şirketlerin taze kana ihtiyaç duydukları gibi çalışan kişilerin de taze kana ihtiyacı zaman zaman söz konusu olabilir. Şirketler de kan grubunu değiştirebileceği gibi elemanlar da kendi kan grubuna uyan şirketleri aramak durumunda kalabilir. Ayrılma nedenimi kısaca bu çerçeve içinde düşünebilirsiniz. CG zirai ilaç bölümünün nasıl sıfırdan başlayarak, ülkemizin önde gelen şirketlerden bir tanesi durumuna geldiği, birçok arkadaşlarca bilinir. Bu başarıda kesin olarak siz arkadaşların payı fevkalade büyüktür. Şunu bilhassa belirtmek isterim; başlangıçtan bu yana tüm arkadaşlar insanüstü bir gayretle, amatör ruhtan hiçbir zaman kopmadan şirketi fevkalade bir noktaya getirmişlerdir. Türkiye’de maddi yönü bir tarafa ieterek başarı için cansiperane didinen bir başka teşkilat yoktur. Bu ruh ile sizlerin başaramayacağı iş, canlandıramayacağı ölü ilaç yoktur. Tabii bu gayretlerinizi boşa çıkarmaycak destek çalışmalarını yapabilmiş isem kendimi mutlu sayacağım. Aslında sizlerden ayrılıyorum, ama uzakta olmayacağım. Tüm başarılarınızı dışarıdan da olsa gururla izleyeceğim. Sizlerde ileride tekrar karşılayacağımız ümidi ile hepinize mutluluk ve sağlık dolu, başarılı yıllar dilerim. SE/31.12.1987…”

Otuz yıl önceki bu mektupta ayrılıp da eskisine rakip olmaya giden; yeni rakibin genel müdürü olacak olan SE nin “kapıyı yumuşak kapatan” veda mesajıdır. Herkes yapamaz. Herkes bu olgunluğu gösteremez. Sanırım ayrılışının temelinde kendisi ile expat üst yönetici Mr.Stetler ile olan bir çatışma yatmaktaydı. Bu ayrılışın ardından aynı kervana katılan kimileri aynı olgunluğu gösteremedi. Ayrılırken sorduk “Hayrola nereye ?”. Yanıtları netti “Kornişon yetiştirmeye”. Çok geçmedi. Rakibin kadrosu oluştu. Yapı hem bizden kuruldu hem de sanki düşmanca bir tavır sergilendi. Bu nedenle bu mktuptan dokuz yıl sonra global birleşme ile yollar yeniden kesişti. Eskinin kurdu AÜ ile yeninin daha genç yöneticisi arasında bir tercih yaptı Basel ve SND kanadının aile yapılı, yönetiminde Dr.Furter’in etkisiyle önce SE CINOS’un orta evresine Türkiye Müdürü (Genel Müdür mü desem yoksa CEO mu !) yapıldı. Ne var ki; aynı yapıdan ve küllerinden (madem ki ölü ilaç söz konusu) doğan iki başlılıkta kısa sürede eskinin kurdu kararı değiştirdi ve yine başa geçti. Bu da CG den doğan SND kanadının üst yönetimine fazla şans vermedi. Peki yeni oluşum eskinin kurduna yar oldu m ? Olmadı. CINOS’un orta evresinin kimyası oluşmadı; SE nin vedasında söz ettiği ne yeni şirketin kanı, ne de çalışanların aradıkları kan uyuşmadı. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada CINOS’un NOlaşan orta evresi sadece üç yıl sürdü. Yirmbir yıl önce Kasım ayının son gününün gece yarısına doğru, Çeşme-Altınyunus’taki odamda, ertesi gün video çekimlerini çalışırken aldığım bir telefon konuşmasının iki gün sonraki yeni bir global birleşmenin öncülü olduğunu bilmiyordum. Üçüncü evreye geçtik. Yine üst yapı oluşurken eskinin kurdu ile yine birleştiğimiz yeni bir rakibin CEO’su olan bizden kopmuş TNR karşı karşıya geldiler. Ne şans ama. İki global birleşme ve her ikisinde de eskinin kurdunun karşısında kendisinde kopup giden eski bir üst yönetici karşısında. La Masion’un çatısında boğazın sularına bakarken yeni yapıyı yadırgıyordum. Yine başa eskinin kurdu geçmiş ve genç yeni rakip İngiltere’ye yolcu edilmişti. Meğer geçiciymiş. Altı ay sonra roller, yerler, kişiler değişti. CINOS’un üçüncü evresinde grup toparlandı; pazar toparlandı; ülkesel ekonomi krizi aştı (!) ve genç yeninin yıldızı parladı. Artık “talent” ne demekmiş anladık. Geçmişte bir para birimi olan “talent”in artık “yıldız oyuncu” demek olduğunu öğrendik. Hem de krizden sonra sonuçlardaki sıçrama ile Mısır, Brezilya, Çek Cumhuriyeti ve St.Petersburg (hangi ülke demeliydim ?) ta yapılan ardışık yıllık toplantıların keyfi ve motivasyonu ile. Şimdi mektubun bir cümlesine dikkat çekmek istiyorum.

“…Sizlerle ileride tekrar karşılayacağımız ümidi ile …” Kadere bak ! İster Mustafa Sandal’a isterseniz Muazzez Ersoy’a kulak verin (https://www.youtube.com/watch?v=Sv5r879_038 ; https://www.dailymotion.com/video/xib8yl ). Tekrar olacak hoşgörüle. Aradan on yıl geçti. CG den ayrılıp da SNZ’a geçen SE aynı kaynaktan birkaç transfer daha yapıp alt yapıyı oluşturdu. Yeni bir rakip yarattı. Hem de öyle bir rekabet ki sanki düşman kardeşler oldular. Bunda SE in bir katkısı var mıydı ? bilmiyorum. Ancak alt takım rekabetin ötesinde tavandaki telsiz telefon fıkrası gibi, hafta sonu tatilinde ayrıldığı masanın öte tarafına oturma gafleti gibi, kendi geliştirdiği ilişkinin içine etmek gibi daha nice kırıcı, yıkıcı durumlar yaratıldı. Akıl alır gibi değil. Ne var ki; on yıl sonra yollar yine kesişti. CG ile SNZ birleşip de CINOS’un ikinci evresine geçildiğinde ilk adımda SE>AÜ konumu yaratılıp da bayram yaptılarsa da çok geçmeden lobi faaliyetleri güçlendi ve SEK İkilisi ayrılmak zorunda kaldılar. Daha sonraları SE i birkaç kez Çeşme-Ilıca-Şantiye’de gördüm. Sağ mıdır, ıslah mıdır, iyi midir ? bilmiyorum. Çok iyi birisiydi. Kendisi ile 1986 yılında Marmaris’te yıllık MSMP (Marketing Strategy Midterm Planning) Toplantısında yakın olmuştum (iki Alev ve SE ile kumarhane ziyaretinde). Çatışma ve çekişme bir ara TNR vs RTN ikilisi arasında şiddetleniyor gibi görünse de sonuç baştan belliydi. Çünkü TNR in üstünlükleri aynı kulvarda olamayacakları kadar fazlaydı. Nitekim TNR hem o raundu kazandı ve hem de sonrasında yeni birleşmede de yer alıp kariyer basamaklarını çok hızlı tırmandı ( TNR ve ABG ta tanıdığım, Utku ile birlikte Yönetim Becerileri Öğrenme Yolculuğuna çıktığım HG gerçek birer talent/yıldız oyuncu bence). Buna ait kararı da hiç unutmam, Çeşme’de bizim evin bahçesinde İsviçre’li danışman/denetçi Dr.Ruegg’i ağırlarken almıştık (Alev ve Fatoş; TTÖ, TNR ve AİB). Demem o ki 1987 de “tekrar görüşmeyi” dilemeseydi SE belki de bu buluşma olmayacaktı. Bu nedenle “dileklerinize dikkat ediniz; bir gün gerçek olabilirler“. Peki ya “yeniden canlandırılan ölü ilaç ne demek ?”. Bunu da bir başka yazımın “RON Grubunda Çırpınma” olarak ele alayım. Bir başka 1986 mektubunda neler varmış ?

Yine ajandamdan bir anı ve bir mesaj. Otuzbir yıl önceydi; CINOS’un ilk evresinde ikinci yılım ve Dr.ÜD ile birlikte Les Barges (İsviçre)’da onbeş günlük mesleki bir eğitime (aplikasyon teknikleri) katılmak üzere 20 Eylül 1986 da İstanbul’da boğazın kenarındaki bir halk kahvehanesinde çay ve tostla uçuş saatini beklerken aileme yazdığım mektubun orjinalini defterime yapıştırmışım:

“…Sevgili N, Ü, E, K ve BABAM’a, Ayrılığın hemen başlangıcında özlem dolu selam ve sevgiler, önce sağlık, sonra iyilik ve başarılar için en iyi dilekler. İstanbul’da ne yapacağını bilmez, mutsuz, serseri bir mayın gibi dolaşırken kendimi boğazın kenarında bir kahvede buldum. Hava ruhum gibi fırtınalı, kapalı ve soğuk. Açık havada oturulabilecek son günler, kış geliyor. Türkiye’den son bir kez de yazarak veda etmek istedim hepinize. Hep söylüyorum ya “bedel ödemek” diye son günlerde, gerçekten artık ağır basıyor günlerime. Peki çözüm ? Şimdilik böyle gitmek zorunda. Bir iştir ettik, CG e geçmekle. Sorunum iş değil; sadece yaşamımın tek sevgi nedeni olan sizlerden ayrı kalmak, mutsuzluğum bundan..” diye başlıyor mektubum. Daha sonra ailemin her bireyine, beş yaşındaki Kerem dahil hepsine aynı mektupta ayrı paragraflarla tek tek özellerinden seslenerek yazıyorum. Babam dokuz ay sonra vefat etmiş olacak; Ümit öğrenim yolcuğundan gelgitlerle kulvar değiştirecek. Ben özel sektöre geçeli bir buçuk yıl olmuş. Onaltı yıllık devlet memurluğu sonrası adaptasyon sıkıntısı çekmekteyim. Evde beş erkek ve bir de Nezuş var. Seyahatlerim çok ve rahatsız babamla, çocuk Kerem ve gençlik ataklarında Ümit’le baş etmede zorlanan evin hanımı. Bereket ki o Nezuş. Yoksa çoktan dayanma gücümü yitirmiş olurdum. İşte otuz sene önce ruhumdaki fırtınayla, 2000 yılındaki by-pass’la 2017 de yaşam gölünün görünen karşı kıyısına atılan kulaçlardaki anıların öğretici keyfiyle binlerce şükür. Daha ne ister insan.

Topalak size ne derse desin siz dünden aldığınız güçle bugün, farkındalığınızı geliştirip, özgüveninizi yükseltin ve otomotivasyonla geleceği, geleceğinizi şekillendirin. Aydınlık yollardaki gayretleriniz için gerekli olan güç sizde, güç bugün ve burada (It is now or never). Yolunuz açık olsun.

Öykücü