“…Enstitü çeşitleri… Köy Enstitüleri ve sözcük olarak bile ürküten şarap…Hem karnım doysun hem pastam dursun…Bu dünya nasıl bir dünya ? …No gain without pain…Acı yoksa kazanç da yok… Bu dünya GAT Dünyası…Çiftlik Yasası… Çin Bambusu…”Tutku”nun iki bileşeni… Geribildirim… Köy çeşitleri, Kadıköy mü yoksa Erenköy mü ? … Tepecik’te 29 yıl; quae nocent docent…“
Tulum ve tulumbayla yönü, yolu bulabilmek; üst sınırı oluşturabilmek
Merhaba
Sevinsem mi, üzülsem mi bilemedim ! Blogumdaki yazımı WhatsApp Grubunda link verip paylaşırken asıl amacım ekindeki kısa filmin ilgili grupça izlenmesini sağlamaktı. Çünkü yarından sonra Enstitüde yapacağım sohbet toplantısında o filmi göstermeyecektim. Göstermeyi isterdim; ancak hem toplantının hemen kokteyl öncesi olacağı için uygun görmedim; hem de çerçevem “Ziraat Mühendisliği: Tulum ve Tulumba” olacağı için konunun dağılmasına neden olur diye istemedim. Linki gönderdikten kısa bir süre sonra birkaç geribildirim aldım. Geribildirim almak çok güzel; ne var ki her zaman beklediğiniz gibi olmuyor. Bazen içerik (mazruf) bazen de biçim (zarf) beklentinize uymuyor. Varsın uymasın yeter ki geribildirim gelsin. Geribildirimin her türünü severim. Çünkü bana “devam” ya da “tamam” mesajı verir ki yerimi, yolumu ve yönümü yeniden gözden geçiririm. Kendimi sorgularım. Geribildirimin asıl sevdiğim tarafı ise bana yeniden bir “ivme” katması ya da “motive” edip yeni bir yazı yazmama “ufuk açması” dır. Daha ne ister insan ?
Meslektaşım sevgili Dr.HK yazımdaki iki noktayı sevmemiş. Bunlardan biri “Köy Enstitülerine övgü düzen özlemim” diğeri de “İsviçre’nin her köyündeki bağcının kendi isimsiz şarabı ile nasıl fark ve farkındalık yaratıp “rekabet üstü” olmasına” dönük satırlarım olmuş. Bu örnekle ben, angutsuz, angussuz, Yerli Karalı ya da ay boynuzlu Balyalı, gezen tavuklu, margarinsiz peynirli köylerimizin her birinin birer cazibe merkezi olabilme şansını yitirmelerine duyduğum hayıflanmayı dile getirmeye çalışırken “Sen hangi köyde yaşıyorsun ? Çeşme köyünde mi ?” sözleriyle bana laf çakmasıydı. Olsun varsın; dost acı söyler diye düşünüp teselli buldum henüz yoğun bakım sonrası duyarlı iyileşme dönemini yaşayan dostumu üzmemek adına. Kaldı ki “herkes benim gibi düşünürse hata yapmaktan korkarım” inancımla eleştirisine saygı duydum. Gülüp geçtim dokundurmalarına. Hani ben kendimi sorgularım ya işte dostum benim sorgulamalarıma yardımcı olmaya çalıştı. Bana yukarıdaki köylülük sorusunu neden sordu ?
“Sen hiç köyde yaşadın mı ? Aç kalmamak için tavuğun kıçını kokladın mı ? Sabah, öğle, akşam yumurta ekmek yedin mi ? ” sözcükleriyle başlayan yazılı iletisini ara mesajlarla zenginleştirip “...Yaşamadan yazmak… Sayın Copcu arzederim” diye bitirmiş. Sevdim bu mesajı; hoşuma gitti. Ben de detaylı bir yanıt yazdım. Benim mesajım “Sadece arzederim sözcüğü için üzüldüm…” le başlıyordu. Dostum kısa bir mesajla yeni bir geribildirimde bulundu. “Harikasın Copcu abi…Seni öpüyor ve iyi ki varsın diyorum” diye başlayan iletisiyle bir yandan öpülürken diğer yandan mesajının sonunda “… arzederime niye taktığını da açıklar mısın rica etsem” i görünce ben diyalogun olgunluğu ve hangi düzeyde sürdüğünü çözümlemeye çalıştım. Çünkü ilk adım “arz” ile başlamış ve “rica” ile ikinci aşamaya geçmişti. Bilenler bilir bu iki sözcük arasında seyreden diyalogun nasıl bir gelgit içinde geliştiğini (ya da daha doğrusu çöktüğünü). Aslında ilk ve uzunca yanıt mesajımda “arzederim” le ilgili olarak şu satırları yazmıştım: “...Görüşlerimiz uyuşmasa da “arzederim” düzeyine kadar resmileşmeyi böylesi bir diyalog için uygun görmem…”. Ardından telefon etti dostum ve uzun uzun konuştuk. Birbirimizi ikna etmeye mi çalıştık ? Hayır. Ben Köy Enstitüsü kültürünü sevsem de o dedesinden kendine yansıyan çektiği acılarla nefret etti. Olabilir. Birbirimizi suçladık mı ? Benim açımdan kesin hayır; ancak onun açısından belki. Çünkü iletişim yüz yüze olmayınca verilen mesajların en fazla %30 u karşıya iletilebiliyor sözcükler ve tonlamayla. Görünmeyen, bilinmeyen, az da olsa hissedilen ve daha çok ön yargılarla varsayılan jest ve mimiklerle neler söylenmek istendiği ne yazık ki yitip gidiyor. Sonunda ne oldu ?
O yaşadıklarıyla Köy Enstitülerini sevmemeyi sürdürdü; ben umutlarımla sevmeyi. Diyalogun yan ürünleri oldu mu ? Evet. Bunlar; Dr.BM’ nu da bu iletişim ağında “cc” yaptığı için bir açılım sağlandı. Böylece üçüncü bir aklın bu iletişime bakışı oluştu. Beni ya da onu haklı, doğru görmesi önemli değil, önemli olan bir akıl yürütme, yeni bir bakış açısı (mind-set) oluşturması. Ben iletiye yan ürün olarak Prof.M.Yunus’u ekledim, Dr.HK’in verdiği halı örneğine dayanarak. Onüç yıl önce İzmir’de MAS5 (Mükemmeli Arayış Sempozyumu) nun tümüne hevesle katılmamda ilk ağızdan dinlediğim Prof.M.Yunus’un “Gramenbank Öyküsü; Mikrokredi Konusu”nu anımsadım. Bay Yunus’un mikrokredi ile tanıştığı ilk adımı olan bambu tabure yapma girişiminde de tefeci aracıların yaptıkları vardı. Ancak mücadele etti ve cebindeki otuz dolarla başlattığı işi dört milyar dolarlık bir “Fukara Bankası“na dönüştürüp Nobel Ödülü aldı. Bunu örnek alan Prof. Aziz Akgül hem Prof.Yunus’u ülkemize getirdi hem de “İsrafı Önleme Derneği/Vakfı” aracılığıyla Diyarbakır ve çevresinde “Mikro Kredi” uygulamasını başlattı (http://www.israf.org/). Bir dönem iktidar partisinden millet vekli seçilen Prof. Akgül böyle hayırlı işler yapınca, çıkar ortaklarının tekerine çomak sokunca bir daha listeye giremedi. On üç yıl önce “Fakirin Fakiri Mahallenin Fukara Beş Kadını” gruplarıyla oluşan özdenetimle seçme işinin “acıdan kazanca dönüştürdüğü” gayreti duyunca Ege Üniversitesi Kültür Merkezi’nin Yunus Emre Salonundaki iki yüzü aşkın kişiden bir uğultu yükselmişti. Ben yapılan işe gözyaşlarıyla hayran kalırken “B… lı dokumacılar adına ayağa kalkan birisi bu üretimin vargi kaçağına neden olduğu ve kendi pazarlarına zarar verdiği” gibi yürek yakan bir şikayetini dillendirmekten çekinmiyordu. Ürpermiştim. Bir yanda sefaletten kurtulmak için 500 TL ya da 1.000TL kredi verip (hibe değil, geri ödenecek borç, senetsiz sepetsiz, sadece beş kadının seçtikleri içlerinden birine verilen geri ödemeli mikrokredi ) “öğreterek üretmek, üretirken eğitmek” yapılı bu destekler tuzu kuru olup da pazarını yaratamayan konfor alanı toklarını rahatsız ediyordu. Tıpkı Köy Enstitülerine köyden, yakın köylerden öğrenci seçerken şehirden, düz liseden öğrenci almayışı da kırklı yıllarda şikayet konusu olmuştu. Herkes benim gibi Köy Enstitülerinden memnun olsaydı kuşkusuz karşıt güçlerin yıkıcı etkileri güçlü olmazdı. O günlerin ardılı olarak ellili yıllarda orta eğitimden eve dönerken rahmetli Mustabey Amca da Köy Enstitülerini kötülerdi; hem de en uç sınırda. Her neyse ! Konu dağıldı.
Karşıt görüşlerle gelişen “arz” ile “rica” arasında diyalogun gelgitlerinde ilerleyen yazılı ve sözlü iletişimden sonra neler kaldı aklımda ?
Geribildirim alma keyfini yaşadım. İletişime üçüncü gözün katılmasına sevindim. Bana yeni bir yaklaşım sergileme olanağı verdiği, kapı açtığı için sevindim. Prof.Yunus’u bir kez daha anımsattığı ve paylaşım şansı yarattığı için sevindim. Buna ek olarak Bunker Roy‘un “Yalınayaklar Koleji” örneği ile bir başka ülkede de olsa Köy Enstitüleri anlayışını yaşam bulduğunu gösterme fırsatı verdiği için sevindim. Bunca sevinç bana yeter; sağlık ve esenlik dileklerimle, köye dönenlerin üç yüz koyunla mutlu mesut yaşamaları ve hâla balık tutmayı öğrenme, kuzu doğurtmayla başlayacak alın teri zahmetine girme yerine hibe, borç verilecek hazır koyunlarla rahatlık zonunda köyde kentli gibi yaşama umutlarını besleyen masallarla uyutulmaya hazır olmaya teşne olanlara Allah akıl fikir versin diyorum. Her geçen gün “taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını” kafamıza vura vura gösterse de inşallah “konfor alanından çıkarız” ya da “mirasyedi olmamayı öğreniriz” ve herkes sırtına tulumu geçirip tulumbayı uçurtmayı becerir ve tünelin ucundaki aydınlığa çıkarız. İnşallah…
Öykücü