“…Hoca pazar yerinde gezinirken boş bir dükkanda iki kişinin oturduğunu görür. Merakını yenemez ve sorar: “Ağalar siz bu dükkanda ne alıp ne satarsınız ?“. Adamın biri kızgınlıkla cevap verir: “Eşek alır eşek satarız“. Hoca bu lafın altında kalır mı ? Tebessümünü sürdürerek “Sizden başka kalmadığına göre işleriniz tıkırında demektir“…”
ZM68, 2018 50nci yıl “Sohbet Gecesi” > Ahmet ve Hulusi söz veriyorlar ki…
Merhaba
Ülkeme bakıyorum da bizim dükkanda da ahı gitmiş vahı kalmış, ruha dönmüş, ruh’suz birkaç adam (!) kalmış ve demek ki bizde de işler tıkırında. İki gündür Çeşme de ülkem gibi; hava gürleyip duruyor ve sonuç yok. Bulanık, puslu bir hava ve bunu kurt bile sevmez bence. Nerde eski kurtlar ! Son günlerde nedense “Eşek” çok fazla konuşulur oldu. Çocukluğumdan anımsıyorum. Babam okumuş biri değildi. Yıllarca tütüncülük, kahvecilik, bakkalcılıktan (!) sonra 52 yaşında SGK lı bir işe girip YSE de gece bekçisi olmuştu. Bu olanak da onun ve bizim güvenceli bir yaşam tarzı oluşturmamıza şans vermişti altmışlı yılların ortasında. Kırklı yıllarda çiftçi (tütüncü) olup da CHP döneminde yol vergisini ödeyemediği için Soma-İstasyon şosenin yapımında ırgat olarak çalıştırılmıştı. Buna kızgındı. Bu kızgınlığı hiç unutmadı. Aynı dönemde ekmek karneyle alınırken (ki annemin dayısı fırıncıydı) çektiği sıkıntılar ve zengin komşuların evlerine giden baklava, böreğe hıncı da eklenince fanatik DP li oldu ellili yıllarda. İşte bu gelgitler içinde rahmetli babam hep derdi ki “Ben eşek oldukça bana semer vuran çok olur”. İlk eşekli özdeyiş bu kaldı aklımda. Son eşekli deyiş de lise yıllarımdan kalan ünlü beyitin en ilginç söylemi oldu. Öyle birisi öyle birisine söyledi ki şaşırdım kaldım. Söz bence yanlış adrese gitmeye çalıştı; gidemedi ve söyleyenin ağzında dondu kaldı: Garibana altından palanı kim vuracak ki; gariban altın palanı ne yapacak ki ? Gariban ülkemin haline bakınca eşeklik paylaşımına meraklı değil ki. Kaldı ki; eşek hem katır yaratmanın ve hem de melez azmanlığı ile mısıra yol göstermenin öncüsü olmuştur. Issız adada baş başa kaldığında aslana “aaah !” çektiren de eşektir. Deve kervanının önündeki rehber de eşektir. Üstünden düşeni iflah ettirmeyen de eşektir. Gözlerinin güzelliği ile ünlüdür; sütünün besleyeciliği ile tercih edilendir. Eşekliği paylaştırırken aynalar bu kadar mı yalan söyler insana.
Ne zaman eşek böylesine yoğunlaşırsa aklımda ya da ellerimde (!) aklıma çoklukla lise edebiyat dersi gelir. İzmir Atatürk Lisesinde Fen Bölümünde okudum. Rahmetli Kroş (Lütfi Türkeli) tan aldığım matematiği; rahmetli Halil Cim (Onuralp) ten aldığım kimyayı sevdiğim kadar bir yıl Kalın (Behçet Bey) ve bir yıl da onun hocası olan Zeki Baran’dan aldığım edebiyat dersini de çok sevdim. Büyük olasılıkla 17/18 yaşlarının tam romantik flört dönemlerini aşıp da… yoğunlaştığı aşıklık döneminin etkisinden olsa gerek Fuzuli’yi hiç unutmadım. Ne zaman ki Divan şairlerinden Baki ve Nef’i konusu işlenirken müfredatta (bu sözcüğü sevmesem de daha uygun olanını bulamadım) olmasa da araya sıkıştırılan Şeyhî’yi de çok sevdim; özellikle “Harname”siyle. Çok sade yazılmış, çok güzel anlatılmış ve La Fontaine’i aratmayan yerli ve milli (!) fabl olarak mükemmel bir şiirdir “Eşekname”. Nerde lisedeki eşek masumiyeti nerde şimdilerdeki eşeklikler. Her şey bozuldu zaman içinde.
Ben her sabah traş olurken aynada kendime bakıyorum ve Allah’ım ne olur bana da Tarım Bakanımız gibi gülmek nasip eyle diyorum. İthalat şampiyonu olmuş; üretim dibe vurmuş, fabrikalar elden gitmiş ve her yanı Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler”deki gibi ahtapotun kolları sarmış ve ekranlarda melankolik ve mütebessim tatlı bir yüz. Ben de deniyorum her sabah bir nebze olsun yapabileyim diye; ne gezer … Temelli kötü oluyor; bir b.ka benzemiyor yüzümün hali. Bir türlü çıkmaz sokakta sırıtmayı beceremiyorum. Bu görüntüler beni elimdeki Sözcü’den koparıp Soner Yalçın’a yönlendiriyor.
Soner Yalçın’ın yazılarını keyifle okuyorum. Bu derece araştırıcı oluşuna hayran kalıyorum. Bunca bilgiyi nasıl derlediğine şaşırıyorum. Dağınık verileri belirlediği hedef ve amaç için nasıl bütünleştirdiğine inanamıyorum. Bunları tek başına yaptığına da inanmakta güçlük çekiyorum. Ekibi nasıl oluşturduğunu düşünüyorum. Tarihin içinde uzun soluklu yolculuklarına baktıkça imreniyorum. Çok yıllar öncesi bilgileri böyle güzel işleyişinden okurken haz duyuyorum. Hemen hepsinde “Komplo Teorisi” hissediyorum. Bir an geliyor ve… Ya aklım karışıyor; ya da ondan da şüphe duyar oluyorum. Örneğin Tarım İlacı konusunda gelişmelerin genel olarak doğru olduğunu görürken birden kaynağını isim vererek (RÇ) açıklayınca “İyi ama ben o adama güvenmiyorum ki …” diye kabaran hislerime engel olamıyorum. İşte o anda kuşku kapıları daha bir fazla açılıyor. Yazılarında sürekli söz ettiği ve dünyaya hakim olduklarını açık, net olarak ifade ettiği ünlü birkaç Amerikan (Yahudi) aileden en ünlüsünün Menemen-Karşıyaka arasındaki Tarımsal Araştırma Enstitüsündeki finansal desteğini ve yaptıklarını anlattığı bölümlere aynen katılırken birden yine kuşkularım depreşiyor. Kuşkularım daha çok olgularda değil, olayları onun yorumlayışında. Adına bir zamanlar “Introdüksiyon Merkezi” dediğimiz ve bazen de “FAO” eklentisi yaptığımız Enstitü ile ortak çalışmalarımızdan, Buğday Projemizden söz etmiştim önceki yazılarımda. Önce meslektaşım Ayla ile başlayan Introduksiyon / Gen Merkezi / Meksika ilişkili çalışmalarda daha sonra sınıf arkadaşım Çetin’i gördüm geçen elli yıllık ziraatçılığımın ilk yarısında. Bunlar film şeridi gibi geçerken zihnimin kumsalında “Saklı Seçilmiş”lerin 43 ncü sayfasında Irak’a gönderilen cıvalı preparatla ilaçlanmış buğday tohumluklarının yarattığı ölümcül sonuçlara yaklaşım biçimini kabullenmekte zorlanıyorum. Bunlar tohumluktu; yemeklik değildi, değirmene gönderilip un yapılacak, yenecek buğday değildi ki… Demek ki yiyenlerin, yedirenlerin “Tohumluk” konusuna ve ilaçlamanın yararı konusuna olan inançları zayıftı; gelişmemişti (RAF’ın “F” si Faith/İnanç).
Soner beye biraz önce bir ileti gönderdim. Dikkate alır ya da almaz; önemli olan komplo teorilerine inanarak okumaktan keyif alırken kimi yorumları gerçeğe aykırı gibi görüp inancım zayıflıyor. Bu nedenle “RAF” ın sonundaki “Faith/İnanç” sözcüğünü özellikle odağıma aldım bu yazımda. İşte Soner beye yazdığım ileti:
From: mustafa@copcu.com [mailto:mustafa@copcu.com] Sent: Friday, May 18, 2018 3:57 PMTo: ‘syalcin@sozcu.com.tr’ <syalcin@sozcu.com.tr>Subject: Buğday Tohumluğu
Merhaba Soner Bey,
Yazılarınızı ve kitaplarınızı keyifle ve imrenerek okuyorum; ailecek okuyoruz. “Saklı Seçilmişler”den biri kendime, diğeri de Ellinci Yıl buluşmamız için ABD-Florida’dan gelen meslektaşım Şükrü Kaya’ya aldım. Bugün bloğumda yazacağım “Yaşam Büfesinde RAF’sızlık” başlıklı yazımın ilk paragrafında size, yazılarınıza, çalışmalarınıza olan hayranlığımı dile getireceğim. Biraz sonra, aşağıda yapacağım küçük bir düzeltmeyi umuyorum ki dikkate alırsınız. Bu düzeltme için benim kim olduğumu bilmek isterseniz şu linkten beni tanıyabilirsiniz (http://www.copcu.com/wp-content/uploads/2018/04/MCV2018.pdf).
“Saklı Seçilmiş”lerin 43ncü sayfası: Irak ve cıva ile ilaçlı buğday, arpa tohumları konusu. Bunlar tohumluk olarak verilmiş; yemek için değil. Buğday tohumluklarını Süne hastalığına karşı ilaçlamak şart. O tarihlerde kullanılan ilaç da %1.5 cıva içeren preparatlar. Ülkemizde yetmişli yıllarda bile hâlâ aynı ilaçlar kullanıyordu ve hatta pazarın standart ilacıydı bunlar (Bayer/Ceresan). Daha sonra organik (!) preparatlar ruhsatlandırıldı (Önce HCB / Altı Klorlu Benzen ve bunun “Şark Çıbanı” yaptığı anlaşılınca daha sona PCNB / Beş klorlu Nitro Benzen). Demem o ki; Irak’a gönderilen ilaçlı tohumlar ilaçlıydı ve yenilebilir değildi. Buna benzer sorunlar bizde de yaşanınca, tohumluk olarak ayrılanların değirmene gönderilip un yapıldığı görülünce (değirmen taşlarının kıp kırmızı olduğu anlatılırdı) daha sonraları buğday tohum ilaçlamaları hasattan sonra değil, ekimden önce yapılmaya başlandı.
Tarım ve diğer sektörlerde geri kalmışsanız, gelişmemişseniz bu tür global etkileşimden kurtulamazsınız; hele hele bugünlerde… Üstelik karar vericiler ar’sızlardan, nur’suzlardan, hır’sızlardan oluşursa hiçbir şeyin millisi ve yerlisi kalmaz; kalamaz. Bırakın emperyalist güçleri doğa bile boşluğu sevmez ve bir biçimde doldurur. Kolaycılığı seçtik. Şimdi bile ithalat şampiyonu olan sorumlu kişi ekranlarda ağlanacak halimize güldükçe, çıkmaz sokakta sırıttıkça kahroluyorum. Eğer Köy Enstitülerini sürdürebilseydik; üretirken öğrenip öğretirken üretebilseydik; Devlet Üretme Çiftlikleri (DÜÇ) ni baskın ve fonksiyonel kılabilseydik; DDY ve Şeker Fabrikaları gibi fabrika üreten fabrikaları geliştirebilseydik… Bugün bu durumda olmazdık. Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun. Mustafa Copcu”
Daha öncesinde de Fakülte son sınıfta Meksika Buğdayları ve Tarım Bakanı rahmetli Bahri Dağdaş’ın girişimleri var anılarımda. Hep söylerim; aklımda kalan beş Meksika Buğdayı ismi vardır adaptasyon çalışmalarında (ki bölüm gezimizde Prof.Dr.İ.Demir’in tarla kontrollarında küçük bir rolüm de olmuştur): Super X; Pitic; Nadadores; Lerma Rojo ve Penjamo. Kuşkusuz hemen hepsinin genetik yapısında bizim Anadolu buğdayımızın genleri vardır. Rahmetli İbrahim Kepsutlu her bahar Enstitüye uğrar ve “Ne yaptınız benim buğdayımı ?” diye hesap sorardı. İbrahim bey benden üç kuşak geride (daha doğrusu önde) olan gün görmüş ve Ziraat Okullarından Ziraat Fakültelerine geçişin tüm öğretici süreçlerini yaşamış buğday hastalıkları uzmanı olan bir ağabeyimizdi. Bize bıraktığı da “Karakılçık” buğday çeşidi idi. Daneleri dana gözü gibi, cam gibi (makarnalık kalitesi çok yüksek), boyu selvi gibiydi. Karşıdan bakınca bu kadar mı albenisi yüksek olur ? Ancak gübre kullanamazsın, yağmurda yatar, pasa hassas özellikleriyle beklentileri karşılamıyordu. Bu ve benzer görünenler ve gelişmeler Soner beyin dediklerine tam uymuyor. İhtiyaç belli. Gübreye olumlu yanıt vermeli ki sulayabileyim ve gübre kullanayım. Ancak böylece verimliliği iki katına çıkarabilirim. Kalite ayrı bir konu. Islah kaçınılmaz. GDO şart mı; gerekli mi ? Amacın ne ? Önce yerini, yönünü ve hedefini netleştir. Her neyse ! Bu konu blogumun konusu değil. Yazıma eklediğim filmi izleyin ve benim gibi öğrenme yolculuğu olan (Enstitü+Özel sektör) sevgili Ahmet’e ve 1999 büyük depreminde ölüme yaklaşan, yaşamı yeniden yakalayan Hulusi’ye kulak verin. Yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken, attığımız kulaçlarda yorgun ve ülkemize bakınca mutsuz bireylerin gözleriyle bakarak Ahmet ve Hulusi’den neleri umursamayacakları, nelerden vazgeçecekleri, neleri artırıp azaltacakları ve neleri gelecek kuşaklara aktaracaklarına dikkat edin.
Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü