“…”Her şey yolunda” diye tekrarlayıp söyle ve sağ elini kalbine koy > <“Sorunu çözüyor mu ?”…”Hayır ama sorunla yüzleşme gücü veriyor” (18.03.2017) …Baskı ve korku altında kendini sağlama almak mı yoksa daha iyi olanı seçmek mi ?…Dertten kurtulmak mı yoksa gerçeği bulmak mı istiyorsun ? Dehşet içindeki insanların yalanlar dayanışması (21.03.2017)…Hasadı beğenmedin diye tarlayı yakma...Çocuklarla olmayı severim; çünkü hayatı basitleştirirler…”
Netgillerde yarı yıl değerlendirme toplantısı “check-out 10”
Merhaba
Dün “Yemek ve Eğitim” i yazımda buluşturmaya çalıştım. Amacım eğitimle “Zeki Şeytan” bağını vurgulamaktı. Bunu veda yemeğine katılanlar da öğrensin istedim. Bu nedenle iki ilgisiz görseli aynı potada eritmeye çalıştım. Buluşma “Salata Kasesi“nde değil “Pota“da olsun istedim. Rahmetli (!) S.Jobs “Aç kal; budala kal” diyerek terbiye olmamızı istemişti. Midemizin açlığı ile aklımızın açlığını buluşturan Bay Jobs da “Yemek ve Eğitim” ikilisini anlatıyordu yaşamının son günlerinde. Ekmek ve bilgi açlığını birlikte doyuranların geleceğe uzanan noktaları birleştirebileceklerini gösteriyordu. Yemeğimiz her zamanki gibiydi. Özgündü. İçtendi. El emeği idi. Hünerliydi. Nezuş’un marifetleriydi. Konuklarımız mutluydu. Amerika’dan uzanan uzman el ile ülkemdeki becerikli el buluşmuştu. Bilgiler bütünleşiyordu. Eğitimler bilgiler ileriye doğru akıtıyordu. Buna bir de değerlerin akışını eklemek istedim. Bu nedenle “Yemek ve Eğitim“i buluşturdum görselimde. Üç hafta çok çabuk geçmişti. Ayrılık vakti gelmişti. “Yaşamda her gün eğitim” diyen Dr.Maslow yine haklı çıkmıştı. Üstelik biz sadece bilgiyi değil değerlerin de aktarılmasını sağlıyorduk. Günlük fantezilerin arasında kaynamasın istedim “10 Değer”. Ben kayboldu diye hissettim. Çünkü kimse geri bildirim vermemişti. Dünkü yazıma Utku, Fatoş, Alev ve Hayriye’den aldığım geri bildirimler emeğime değdiğini gösteriyordu. Bence sessiz kalanlarda da mutlaka izleri oldu. En azından Kerem beni eğitirken öğrendi. “Budala kalma“nın bir yan ürünü, faydası olarak “WhatsApp’ı laptopuma indirme“yi öğrendim. Yazımın girişindeki bağlantısız, farklı renklerdeki sözler ne ola ki ?
Ajandamın ilk sayfasına baktım. Onbir yıl önce yaptırdığım son anjiografinin kopyasını yapıştırmışım. Ne olur ne olmaz diye olsa gerek. Yanında da bölük pörçük notlar düşmüşüm. Mavili olanlar geçen yıl izlediğim bir filmden alıntı. “3 Aptal” isimli bir Hint filminde geçmiş bu sözler. Buna inancın gücü de denebilir. Ya da “Mantra” veya “Ritüel/Tören“in etkisi olabilir. Moral gücü yüksek tutabilmek gerek. Yoksa sadece ülkemin bugününe bakmak bile kahrolmaya yetiyor. Bu mavili kısım ve ardından aklımın uzandığı yorumlar beni iki farklı yere ulaştırıyor. Biri Cemal Nadir‘in çok sevdiğim karikatürüne. Belki on defa değindim. Kırık aynanın önünde dudaklarına ruj süren annesine çocuk soruyor: “Anne o, karnını doyurur mu ?“. Anne “Hayır oğlum ama tok gösterir” diyor. El penisiyle gerdeğe giren bizimkiler de diktikleri gökdelenler, fantastik boğazlar, gereksiz hava alanları ile tok görünmeye çalışırken, ateşin yaktığını taşın sert olduğunu çok acı anlayacaklar. Kuşkusuz biz de yanacağız. Bu yangının kuru ya da yaş olmakla ilgisi olmayacak. Yaş olanlar değil, yaşlı olanlar değil ülke tümüyle bir ateş topuna dönecek. “Kaos Eşiği“ni aşmaktayız. Uçurumun kenarında “Mahkum İkilemi” yaşıyoruz. Aşağısı mı, yukarısı mı ? diye düşünmek gereksiz. Çünkü ağzımızda tükürecek tükürük kalmadı: mecal kalmadı. Kendini hala buğday ambarında sanan ülkemin aç tavuklarının saçmalıkları için bugün Sözcü’de Murat’a göz atmak yeter. Frenleri boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı gidiyoruz. Duvara toslamak üzere olan şişman kör adam gibiyiz. İmaj gitmiş. İtibar bitmiş. Biz hala makyajla uğraşıyoruz. Biri çıkıp da “Hata etmişiz” deyip de yanlıştan döndüklerini söylese ve bunu eyleme dökse çok şey değişir. Önce hatayı kabullenmek gerek. Belki biz de rahmetli Daniş’in öyküsünü yaşarız. Sınıf arkadaşımız (ZM68) Daniş Çakmak çok çalışkandı. Engelliydi. Çok da inatçıydı. Bu nedenle “Dediğim dedik; çaldığım düdük” diyordu onun eylemlerinin dili. Laf aramızda ben ondan farklı mıydım ? Bereket yetmişi aşarken köşelerimi törpülemeye devam ediyorum. Bazen oluyor; bazen yeterince olmuyor. Can çıkmayınca huy çıkmıyor. Daniş’in inadı bazen ekstra çalışmalarının önüne geçiyordu. Mezuniyet sonrası kadrolu asistan olarak fakültemizin Gıda Bölümüne girdi. Tam yerini bulmuştu. Kariyer yolculuğunda önü açıktı. Bölümün bütün angaryalarını üstlenmişti. Laboratuvar günlerini ayarlarken hocalara sormaya gerek görmüyordu. Kimsenin de sesi çıkmıyordu. Bir gün bir hata yapmış ki önemsiz bir konu olsa gerekti. Örneğin laboratuvar günlerinin programını beğenmemiş kürsü direktörü (!). Yağ hocası Erdal bey miydi ? Her neyse. Haftalık kürsü toplantısında bu eleştiri konusu olunca rahmetli Daniş ayağa fırlamış. “Ayağa Fırlamak” lafın gelişi. Rahmetli istese de bunu yapamazdı. Onun engeli ayağa fırlamasına engeldi. Daniş hatasını kabullenmiş. Daniş üstüne üstlük bir de “Diklemiş“. Ayağa fırla(yama)yan Daniş “Hocalar, hocalar, siz fezadan mı geldiniz ? Siz hiç hata yapmaz mısınız ?” demiş. İyi dememiş. Bu çıkış olmamış. Hocalar bu dik duruşu sevmemiş. Hocalar bu sözleri hazmedememiş. Şartlı olarak doktorasını kabul etmişler. Demişler ki “Doktora sonrası istifa edeceksin. İstifa dilekçeni ver; sonra doktoranı kabul edelim”. Doğru mudur ? Değil midir ? Daniş istifa etti. İzmir SEK’e girdi. Daha sonra Ankara’ya gitti. Akademik yaşamın kısa sürmesi böyle. Gerçekten de böyle miydi ? Biz “Daniş’in Yalancısıyız” desek ayıp olur. Çünkü rahmetli doğrusu için kendisini savunamaz ki. İşlerine gelse uzaklardan parmağını sallayan adam da bizimkinin istifasını ister. Ancak neden istesin ki ? Parmaktan sonra “Höt” diyecek olsa; cevap hazır. Çocukluğumun “Kargılı Tekerlemesi” aklımdan düştü klavyenin tuşlarına: “Kargıdan tüfek; Bamyadan fişek; Keçi bokundan saçma / G*tün sıkıyorsa kaçma”. Kaçacak yerimiz var mı ?
Bu sorunun yanıtını herkes kendisi bulsun. Madem ki yaşamda her gün eğitim; madem ki herkes öğretmen herkes bu sorunun yanıtını kendince oluştursun. Görelim öğretmenliğinizi ? Ben yine girişteki renklere geleyim. Mavili olanın “3 Aptal” filminden olduğunu yazmıştım. Kırmızı olanı ise Dalia Mogahed‘e ait. Bayan Dalia 16.03.2016 de Vancouver’da bir konuşma yapar. Onaltı dakikalık tipik TED konuşmasında ilk sorusu “Bana bakınca ne görüyorsunuz ?” olur. İşte bu soru da bana Nasrettin Hoca ile Timurlenk arasında geçen bir konuşmayı anımsatır. Peştemala sarılı olarak hamamdan çıkan Timurlenk hocaya : “Hoca bana bir değer biçsene” der. Hoca sözünü esirgemez. Eveleyip gevelemez. Direkt yanıtlar “3 Akçe” der. Timurlenk şaşırır. Kızar. Öfkesine hakim olup “Hoca sadece üzerimdeki peştemal 3 akçe eder” der. Hoca sakince “Ben de ona değer biçmiştim” der. Nereden nereye ?
Yeni milenyumla birlikte ikinci bir global birleşme yaşadık. Yine küçüldük. Yine çalışan sayısında azaltma kaçınılmaz oldu. Böylece CINOS’un üçüncü evresi yaşama geçti. İlk adımda “Otobüs Yolcuları” azaltılmadı. Tüm koltuklar dolduruldu. Bir yanda performans izlendi. Bir yanda niyetler gözlendi. Bir yanda da ekibe uyum değerlendirildi. Böylece pazarlama bölümünde on altı kişi olduk. Normal zamanlarda bile bunun yarısı yeterdi. Hatta artardı. Bu normal değildi. Bunu anlayabilmek için Jim Amcanın kitabını okumak önerildi. Jim Amca “İyi’den Mükemmel’e Kitabı“nda 4 metaforu gözümüze sokuyordu. Yumurta, Volan, Kirpi ve Otobüs. Anlayana sivrisinek saz geliyordu. Anlamayana sazı soksan az geliyordu. “Kuvvetler Ayrılığı” prensibine işlerlik, özerklik kazandırılmıştı. Bu da normal değildi. Bizi, bence, bile bile “Ben senden daha önemliyim kavgası”na sokmuşlardı. Böylece gerçek niyetleri, yapıları, yaklaşımları görüyorlardı. Böylece esas olarak “mind-set/paradigm” yani “düşünce tarzı”na bakıyorlardı. Bölümüme ısrarla “Abicim en azından mış gibi yapın” desem de dinleyen pek azdı. Bu anlatıma neden geldim ?
Hocanın Timurlenk’e biçtiği 3 akçeden geldim. İşte o karambolde iki arkadaşın ilişkisi dikkatimi çekiyordu. Aynı bölgede 15 yıldan beri birlikte çalışıyorlardı. Birbirlerine rakip değillerdi. Biri teknik diğeri satış bölümündeydi. Birbirlerini destekleyecek en etkili konuma sahiptiler. Kendileri gibi eşleri de meslektaştı. Aynı agroekolojik koşullarda yetişmişlerdi. Aynı havayı koklamış aynı tarlalarda uzmanlaşmışlardı. Yazlıkları da aynı sitedeydi. Ekonomik düzeyleri de benzerdi. Çekişme yaratacak hiç bir koşul görünmüyordu. Tek yapmaları gereken haftalık bölge toplantısında buluşmaktı. Bu toplantı için ortak hedefe ulaşma programını bütünleştirmekti. Teknik olana bu toplantının önemini anlatmaya çalıştığımda aynen şöyle dedi: “O kaç paralık adam ki onunla toplantı yapacağım”. Ürperdim. “Kaç paralık adam” nasıl söylenebilirdi. Arkadaşı için olması bir yana herhangi birine söylenebilir miydi ? Böyle bir yargı olabilir miydi ? Hoca bile koskoca Timurlenk için bir değer biçememişti. Hocanın “3 Paralık” değeri insan için değil peştemal içindi. Şimdi gel de uzaklardaki parmak sallayan adam için, parmağın gösterdiği adamlar için “Kaç Paralık” gibi anlamsız bir yargıya akıl yor. Böyle bir şey olur mu Allah aşkına ?
Renklere devam edip yazımı bitireyim. Mogahed ve “3 Aptal” dan sonra yeşilli kısım “Nevruzu kutlayamadık” notumla birlikte Türkiye/Almanya/Hollanda ilişkilerinin açmazında “ABD/Rusya” beraberliğine bakarak günün koşullarından etkilenip de yazmışım. Hasat ve tarla konusundaki söz nereden girmiş defterime bulamadım. Sonuncu sarımtrak olanı ise Julia Roberts‘ın “Tatlı Bela” filminden ki işte benim yürekten inandığım bu. Çocuklarla olmanın dünyayı nasıl sadeleştirdiğini her gün görüyorum. Duru ile olunca gülmeyi hatırlıyorum. Odaklanıyorum. Güzellikleri özümsüyorum. Hayatı teğet geçmiyorum. Hissediyorum. Ellerimi uzatınca tutuyorum. Daha ne ister insan. Binlerce şükür.
Yazıma eklediğim kısa kolaja gelince. Otuz iki “Küçük Beceri”den ikisi “Etkili Toplantı Yönetimi” ile ilgiliydi. Bunu uygulamaya çalıştım. Gördüm ki Ali’nin de ruhuna işlemiş. O da yaptı. Sevindim. Son Netgiller toplantısından bir pasajı ele aldım. Toplantının yeri ve zamanı kadar konusunu da katılımcılara duyuruyoruz. Bu normal ve yapılmalı. Böylece kendilerinden bir sunum istemesek de söyleyeceklerini ve beklentilerini şekillendirmeleri için fırsat veriyoruz. Toplantı başlarken bir de soruyoruz: “Bu toplantıdan ne bekliyorsunuz ?“. İşte bunun adı “Check-in/Beklentilerin Paylaşılması“. Bu size, sunucuya, moderatöre, katkı sağlayıcılara yol gösteriyor. Esneklik sağlıyor. Odaklanma olanağı veriyor. Önemli olanları, katılımcılar için önemli olanları anlamanıza yardımcı oluyor. Hazırlıklarınızın yeterliliğini sorgulama şansı veriyor. Toplantıyı buna göre gerçekleştiriyorsunuz. Toplantının sonunda “check-out/Ne umdun, ne buldun”seansı başlıyor. Bu seans sunum başarılarının bir göstergesi oluyor. Katılımcıların ana mesajı alıp almadıklarını gösteriyor. Son bir defa daha pekiştirme olanağı veriyor. Çok etkili, çok önemli. İşte bu seansa ait video kayıtlarımdan birkaç kısa kolaj yaptım. Bunlardan birini kodlayıp yazıma ekledim. Bakalım kimlerin ilgisini çekecek.
Aynı yaklaşımı “Yaşam Büfesinde Sıraya Girme > Sırada Kalma > Sırada Öne Geçme” öğrenme yolculuklarının her biri için yapıyorum. Yapılmasını da kuvvetle öneriyorum. Yaşam da öyle; her sabah güne başlarken de aynısı oluyor. Gün başında bir beklenti oluşuyor. Çoklukla dillendirilmiyor ama her zaman bir beklenti şekilleniyor. “Günün Muhasebesi“ni yapınca ne görüyorsunuz ? “Kısa Günün Kârı” mı diyorsunuz. Kendinizi kutluyor musunuz ? Öz eleştiri yapıyor musunuz ? Kendinizi “Bugün neyi İYİ yaptım ? Neyi yaparken ZORlandım ? Yarın neyi FARKLI yapabilirim; yapmalıyım; yapacağım ?” diye sorgulayabiliyor musunuz ?
Kendinizi sorgularken, yolunuzdaki engelleri aşarken, sağlık ve esenlik dileklerimle “10S” in ilk iki “S”inde, “Özgün Tarınızla Ismarlama İşler” yapmanızda keyifli başarılar diliyorum.
Öykücü