“…Güven inanmanın bir çıktısıdır. Çalışılan kurumun gelecekteki başarılarına inanmak ve kendini buna ortak hissetmek birinci parametredir. İkinci parametre, çalışana sağlanan iş güvencesidir. Eğer “hata yapmaktan korkma, ama yaptığın hatayı tekrarlama” mesajı çalışana veriliyor ve bu sözün arkasında duruluyorsa, bu huzurlu bir ortam sağlamak için yeterlidir. Üçüncü parametre ise çalışanın kendini saygın hissedebilmesidir. Bunun için kurumun saygınlığı, iş ortamına özen gösterilmesi ve kurum içi iletişim gereklidir. Ağırlıklı olarak bu üç parametrenin bir araya gelmesi çalışanın kuruma inanmasını, bu da çalışma ortamında güveni sağlayacaktır…”
Sağlıklı Güven için bugün dünden güç alarak yarınlara uzanır
Merhaba
Yazıma başlık olarak önce “sağlık” seçtim. Bugün beni bugün buna iten sorunları düşündüm. Sorun neydi ? Sanki 2006 yılı gibi bir kol ağrısı yaşıyorum. Birkaç gün önce başladı. Biraz bekledim. Kendime güvendim. Rahmetli Prof.Dr.Nurcan Özdamar’ın dört yıl arayla iki kez çaldığım kapısının önündeki ağrılı yan duruşlarımı düşündüm. Neler yaşamıştım ? Aydın’da arabadan binaya erişememiştim. Bekçinin kulübesindeki sandalyeye kıvrılmıştım. Berber koltuğuna oturamamıştım. Sevgili irfan’la İsviçre’deki “SSTC Tazeleme Öğrenme Yolculuğu”nda acayip hareketler yapıyordum. Benzer durum iki kez tekrarladı. Bu hafta da sanki “deja vu” idi. Bir düzine yıl önce boyundan sağ kola uzanıyordu ağrılar; sekiz yıl önce de belden sağ ayağa. Geçen hafta solda ilk işaretler görününce hemen günlük yaşamın yük gereklerini minimize ettim. İlk ikisinin (2006 ve 2010) sonucu benzerdi. Tek sözcükle “mucize” olmuştu. Sorunların ortaya çıkışında belirgin, bilinen, net hatalarım vardı. Geçen haftanın etkenlerini irdeledim. Hiçbir somut neden bulamadım. Belki de “inceldiği yerden kopan ip”ti; ya da “bardağı taşıran son damla” idi. Bu nedenle görünür değildi sol omuz başıma binen ağrıya neden olan hatalarım. Hani derler ya bazen “bir öksürük bile yeter bir şeylerin normalden sapması için”…İşte böyle bir şey olabilir. Sebep önemli değil. Önemli olsa da yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken “kızamık çıkarmıyor insan”. Yazımın başlığında önce “güven ve etik” vardı. Daha sonra günüme baktım ve sağlıkla güveni buluşturmak istedim. Bakalım ikisini birbirine bağlayabilecek miyim ?
Güvenin ilk adımı “özgüven” ve ben sağlık 2006 ve 2010 yıllarında konusunda iki benzer ve ciddi sorun yaşayınca çözüm sürecine kendime, bedenin kendini iyileştirme gücüne güven duyarak sabretmeyi öğrendim. Geçen hafta birden sol kolumun omuz başına odaklı bir ağrı gelişti. Daha doğrusu acı ve yanma gibi. Hatta ödem ve yangı gibi. Parmağımla bastırınca belli bir noktada canımı yakan şiddetli bir ağrı sol omzuna yayıldı. Kolumdan aşağı inişi pek fazla değildi. Daha çok omuz başımdan başıma doğruydu, köprücük kemiği boyunca. Sol kolumu başımın üstüne kaldıramadım acıdan. Sol tarafıma yatamadım ağrıdan. Sol elimle bir şey taşımamaya, ağır kaldırmamaya özen gösterdim birkaç gün. Gece sağ tarafıma yattım. Sol elimi kullanmayı minimize ettim. Birkaç kez ağrı kesici jel sürdüm. Sıcak mı, soğuk mu iyi gelir bilemediğim için ne ısıtılmış Taner çekirdekleri ne de buz jeli kullandım. Kullanmadım. Bekledim. Ailemizin sağlık limanı bekçileri, doktorlarımızı (EÖC) telaşa vermek istemedim. Çünkü “sol kol ağrısı” denince ve 18 yıl önce by pass olunca endişeler artacaktı. Hemen her türlü tanı yoluna gidilecekti. Kendime güvendim. İzledim. Ağrının trendini saptamaya çalıştım. Etki ve tepki; doz ve respons olarak değişimleri belirlemeye önem verdim. Ağrı artmadı. Yürüyüşte kolumu sallamadım, az salladım, çok salladım ve ağrının artmadığını, değişmediğini gördüm. Gündüz latent (uyku halinde) kaldı ağrı. Saçımı taramak için, pijamanın üstünü çıkarmak için sol kolumu başımın üstüne doğru kaldırınca şiddetlendi. Bazen bağırtacak kadar oldu; bağırmadım. Sağa yatıp, sol kolumu bedenimin sol tarafı üstünde düzgünce tuttuğumda hiç ağrı kalmadı. Ertesi sabah “tamam bu iş, bitti ağrı” dediğim anda kolumu kaldırdığımda ağrı “buradayım” dedi. Biraz daha sabır. Kendime güveniyorum ve bu ağrı da önceki iki ağrı gibi kendiliğinden geçecek. Buna inanıyorum. Buna güveniyorum.
On iki yıl önceydi. Çeşme’de sezonun sonlarına doğruydu. Çeşme’de çatının arka kapalı kısmında elektrik kablosu arıyordum. Bu kısmın çatı yüksekliği bir metreden azdır. Ancak eğilerek dolaşabilirsiniz. Aradığımı buldum. Nerede olduğumu unuttum. Birden ayağa kalktım. Alçak tavana, hızla kafamı vurup yere oturup kaldım. O anda sadece başımın acısı vardı. Bir süre sonra sağ kolumda ağrılar, uyuşmalar, karıncalaşmalar ve güç kaybı başladı. Ağrılar arttı. Oturamaz oldum. Yatamaz oldum. Oğlum Eray (Prof.Dr.H.E.Copcu) o günlerde Aydın’da ADÜ’deydi. Oğlum Ümit Bursa’dan gelmişti. Onun arabasının arka koltuğuna yatarak Aydın’a gittik. Arabadan inip hastane binasına kadar yürüyemedim ağrıdan. Bekçinin kulübesine sığındım. Uzandım. Sonrasında sedyeyle mi gittim anımsamıyorum. Filmler ve diğer grafiler gösterdi ki ciddi bir boyun fıtığı ve hatta omurganın, boyun omurlarından birinin kırılmış bir parçasının sivri bir çıkıntısının tehlikeli bir görüntüsü vardı. Ameliyat kesin görünüyordu. Ailemizde doktorlar olunca tanı ve tedavi için farklı uzmanların görüşleri alındı. Herkes ameliyat diyordu. Rahmetli Nurcan hoca ameliyatı en son çare olarak karar vermesiyle biliniyordu. Diğer bir deyişle diğer tüm seçenekleri geçersiz kılmadan ameliyat kararı vermiyordu. Ona gittik. Grafilere baktı. Yürüttü. Uzattı. Evirdi, çevirdi. Hareketlerimi gördü. Uzunca bir incelemeden sonra dedi ki;
Birinci kriterim elindeki grafiler olsaydı seni hemen ameliyata alırım.
İkinci kriterim sende gördüğüm hareketler ve güç durumuna göre seni ameliyat etmem ki gözümün bu gördükleri bence karar için en önemli kriter ve
Üçüncü kriterim seni ağrıya dayanma gücün ki ne zaman “artık dayanamıyorum” dersen gel seni ameliyat edeyim.
Dayanılmaz ağrılar diye ona gitmiştik. Bu durumda “Hocam artık dayanamıyorum kes beni” deyesim geldi. Demedim. Demek ve dememek için içimde savaş var mıydı ? Sanmıyorum; yoktu. Ağrı sınırlarımı sorguladım. Yanıtım “Henüz değil (Net yet)” oldu. Birkaç gün sonra İsviçre seyahatim oldu. İrfan’la birlikte Cenevre’nin banliyösünde göl kenarındaki butik bir otelin güneş ışığı ile aydınlık küçük bir salonunda yeni bir öğrenme yolculuğunda idim. Dr.Davis’in “Shakespare’e Hamlet’i yazarken kuş tüyü kullanmak yerine dolma kalem satma” örnekli bir çalıştay yapısındaydı bu yolculuk. Merkezden bir gözetmenle birlikte İngiliz hocanın etrafında on kişiydik. Seçilmişler arasında Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinden olduğu gibi Afrikalı Seyfi de vardı. Bir yıl önce Mayıs ayında Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki bir şatonun gün ışığı gören salonunda “Konuşma Halkası”nda “Omurgalı Liderlik”i öğrenmiştim. O zaman gördüklerimi çok sevmiştim. Bu yıl (2006) da güneş ışığı ile dolu bir haftalık güz güzelliğindeki İsviçre havasındaki öğrenme yolculuğu çok keyifliydi. Ancak ben boyun fıtığının sağ elime vuran ağrısı ile kıvranıyordum. Bazen acı ile masanın altına eğilip kalıyordum. Dönüşte ameliyat olmaya karar verdim. Kararım kesindi. Yurda döndüm. Eray randevu aldı. Ameliyat günüm kesinleşti. Ve bir gün önce mucize oldu. Güne ameliyata gitmek üzere uyandım ve tüm acılarım birden yok oldu. Birden bire yok oldu. Acının zirve yaptığı günle acının sıfırlandığı gün arasında yaptıklarımda hiçbir farklılık yoktu. Ne oldu, nasıl oldu ve neden oldu ? bilmiyorum ve ameliyat olmadım. Belki de bir “Kelebek Etkisi” vardı. Sebeple sonuç arasındaki ilişkiyi zaman, mekan ve eylemde belirleyemedim. Ameliyat olmama gerek kalmadı. Bu gibi durumlarda oğlum sevgili Eray der ki “Dualarımızla babaannem geldi ve erenler yardım etti”. İnanırım. Güvenirim. Duaların gücüne ve sevginin erişimine yürekten inanırım. Bunun için de sabır gerektiğine. Peki ya 2010 da ne oldu ?
Sekiz sene önceydi. CINOS’taki 24 yıllık kurumsallığın çatısı ve güvencesi altında öğrenme ve ustalık yolculuklarımın sonucunda emekli olmuştum. Serbest kalmıştım. Bir ay sonra PLN Grubuyla Afyonkarahisar’da modüler bir SSTC Ustalık Yolculuğuna çıktım. Bunu sevdim. Bunu her ay yapmak istedim. Ertesi ay bu amaçla ABG’a gittim. Bir seanslık beraberlik beklerken 28 aylık bir birliktelik oluştu. İşte bunun ikinci yılında Türkmenistan serüveni gündeme geldi. Sevgili Ercan’la birlikte ve sevgili Faruk’un “Profesör/Profesyonel” kavramlarıyla soğuk bir Şubat haftasında “Promotional Training” çerçeveli bir seyahate çıkmaya hazırlandık. Bu arada “Tut şunun ucunu uzatalım abi” benzeri bir çağrı ile dengesiz bir şekilde divanı kaldırmaya kalkınca “tık” etti belimden bir yer. Çok beklemedi. İki gün sonra ağrılar zirve yaptı. Bu kez bel fıtığı oluştu. Ağrılar belden başlayıp sağ ayağın üstüne basamaz kıldı. Berber koltuğuna oturamaz oldum. Yine rahmetli Nurcan hocanın kapısının önündeydik. Hoca aynı üç kritere göre beni “biraz daha dayan” diye eve geri gönderdi. Ben de Türkmenistan yoluna çıktım. Ağrılı, acılı ve fakat oldukça keyifli bir haftanın sonunda yurda döndüm. Ağrılar arttı. Hocadan yine ameliyat günü için randevu almaya hazırlanırken bir sabah uyandığımda en sağlıklı halimdeydim. Tıpkı 2006 yılı gibiydi. Gerek acıların nedeni olan hatalarımı net olarak bilmem ve gerekse ağrıların sıfırlanmasının bir gecede nasıl olduğunu bilmemem tümüyle benzerdi. Sonuç !
Bu iki olay bana bedenime güvenmeyi ve sabır sınırlarımı genişletmeyi öğretti. İki gün önce sol omzumun köşe başında tek bir noktada odaklanan acının kol hareketime göre yayılması ve şiddetinin artması konusu sevgili Eray’ı heyecanlandırıp “geleyim mi ?” demesine teşekkürlerimle “henüz değil” deyişimin nedeni bedenimin kendini iyileştirme gücüne olan inancımdı. Buna gerçekten inanıyorum. Bazen böylesi sağlık olaylarındaki gelgitler ve rutinlerin bozulması “farkındalığımı geliştirmek” ve “sahip olduğum değerlerin farkına varmamı” sağladığı için bence şükredilecek şeyler. Böylece sağlığımı ve onu korumanın basit yollarını alışkanlıklar içinde anımsamamı sağlıyor. Böylece ailemin içindeki sağlık koruma limanlarının bir tıklık mesafede hazır olduğunu hissetmemi sağlıyor. Daha ne ister insan ?
Yazımın girişindeki ifadeler ise günlük kitap okumalarımı çeşitlendirmek için Sayın Pakize Türkoğlu”nun “Kızlar da yanmaz” yanında ve Sunay Akın’ın “Kalede 1 Başına” yanında kitaplığımdan çekip aldığım Yeşim Toduk Akiş’in “Türkiye’nin Gerçek Liderlik Haritası” ( https://www.amrop.com/consultant/yesim-toduk ) nı okurken zihnimi alışkanlıktan kurtarıyor. Dikkatim artıyor. İşte Yeşim hanımın kitabından rastgele çevirdiğim sayfalarda “Güven” konusuna göz attığımda dikkatimi çeken Can Çağdaş’a ait (S392).
Bir yanda sol kolumun azalmakta olsa da süren ağrısı diğer yanda pazar sabahı bir televizyon programında düzenli olarak izlediğim bir programın sunucusu olan Özlem Denizmen. Sırada gibi görünse de diğer benzer pek çok programdan farklı bir yapıda ve sunumda. Çerçevesi de farklı, içerik ve katılımcıları da. Bu hafta adını şimdi anımsayamadığım ve astroloji üzerindeki konuşma için ağırladığı konuğu da kendisi gibi farklıydı. Programın sonlarına doğru ikişer dakikalık iki turlu “yuvarlak masa” sunumu da bir başka güzel. Şimdi Albatrosların kafeteryasında bu yazımı yazarken Özlem hanım kim ola ki diye ineceledim ve gördüklerim karşısında sadece “wooow !” dedi iç dünyam. Tıpkı “İkinci Bahar” dizisinden sonra merak edip de baktığım “Tan Sağtürk” gibiydi duygularım. Günlerin rutinlerinde sıradan gördüklerimin sıra dışı öykülerinden çok etkileniyorum. Özellikle Özlem hanımın “MIT” de yüksek lisans yapması ve iş hayatının ABD’de başlayıp da ülkemde de ayrıcalıklı yerde sürmesinden çok etkilendim (https://www.gazeteoku.com/ozlem-denizmen-kimdir/1174) . Yolu açık ve aydınlık olsun. Bu güzelliklere bakınca kolumun ağrısını unutuyorum.
Sözün özü; bugün sol kolumun omuz başındaki ağrı daha az ve ben yarın geçeceğine inanıyorum. Sabrın sonunun selamet olduğuna inanıyorum. Yıl sonu yaklaşırken sağlıklı büyüme trendini sürdüren Netdirekt’in, AE ile bu yıl hızlı bir sıçrama yapan Netin’in tüm ekonomik zorluklara karşın birbirine, sisteme, beraberliğe, otoriteye ve geleceğe uzanan günlere güvenen bireyleriyle her türlü zorluğun üstesinden geleceklerine güveniyorum. Bu iki şirketin kurumsallaşma yolculuklarının artan hızında üstlerin adil, astların dürüst ve dayanışmacı, paylaşılan bilgilerin doğru, kuralların net ve inisiyatife açık, üzerinde koştukları zeminin sağlam olduğunu görüyorum. Güveniyorum. Kendime güveniyorum. Onlara güveniyorum. Peki ya ülkemdeki karar vericilerin durumu ! Bunu da bir başka yazıya bırakalım. Şimdilik burada “Suyu bulandırma” yayım ve yine “Not yet / Henüz değil” diyelim ve sabredelim. Görelim bakalım “aklın yolu bir mi ?”.
Öykücü